3 Aralık 2012 Pazartesi

Kendimiz İçin Düşünmek Ne Demek?


Okuyabilme, okuduklarını düşünebilme, düşündükleriyle uygulama zemini oluşturanlara ve o zemin üzerinde noktayı  koyabilme ihtimali buluna(bile)n okurlara sesleniyorum. Yanlış anlamayın 'insanlara' değil, 'okuyabilme' yeteneği olanlara.

Günümüz münevverlerinden biri olarak gördüğüm Alev Alatlı hanımefendinin değindiği çok önemli bir husus vardı geçtiğimiz senelerde. Arşivimde dolaşırken birden gözüme çarptı bu konu. Beni bu yazıyı yazmama iten sebep de işte budur.
"Kendi kendinize yardım edin" diyor Goethe' yazımın yayımlanmasından birkaç gün sonraya denk gelmişti sayın Alatlı'nın açıklaması. Alev Alatlı, katıldığı bir televizyon programında "Bize ne lazım" diye soruyordu. Evet, ben de 'bize ne lazım?' diye sormuştum o yazımda. Hatta, bu yazıyı sayın Alatlı'nın açıklamalarından aşırdığıma dair e-postalar aldım. Şayet, yazım, programla paralellik arz ediyordu.

Bu yazımıza dönecek olursak, Alev Alatlı, "Benim neyim bu Dünya'ya iyi gelir konusunu düşünüp, uygulamamız gerekir" diyor ve ekliyor; "Sürekli gidip hazır giyim almamamız gerekir. Kendi medenî projemizi geliştirmemiz lazım. Bu cehaletten kurtulmalıyız. Bu noktada da ciddi bir okuma tembelliği var. İçinden çıkılması zor ama oturup düşünülmesi gereken bir durum. İnsanlara 'kendimiz için düşünmeyi' öğretmeliyiz. Türkiye'nin bir inanç haritasının bile çıkarılması lazım. Ne kadar Müslümanız. Ne durumda olduğumuzu görmemiz lazım. Ona göre çalışma yapmalıyız."

Alev Alatlı'nın söylediklerine katılmamak mümkün değil. Hele hele konu böyle bir zemine oturmuşken farklı yorumları da çıkarabilmek mümkün Alev Alatlı'nın söylediklerinden. Elimizde tencere, su, irmik, yağ mevcut ise daha ne istersiniz. Ateşi de bir zahmet siz yakıverin.

Binaenaleyh, toplumlar 'hedefsiz' kaldıkları zaman dağılırlar efendim, dağıtılırlar...

21 Kasım 2012 Çarşamba

Mostar'ın tepesindeki haç ile gökyüzündeki HİLÂL...


Bosna-Hersek ziyaretimde Mostar'ın en hakim noktasındaki Hun Dağı’nın tepesindeki haç'ı görünce mahzunlaşmıştım. Hırvatlar tarafından, İspanyolların desteğiyle dikilen haç, geceleri de ışıklandırılıyor. 


O haç, aslında, -Allah korusun- zaman ayarlı bir fitne bombası ve şehrin Osmanlı yapısını ortadan kaldırma planı olarak, bilinçli bir şekilde kondurulmuştur oraya. Bunu herkes biliyor. Ayrıca şehre yapılan katedralin 100 metrelik kulesi ve tepesindeki haç da bunu tasdik ediyor. 

Tüm bunları düşününce, hatırıma, Aliya İzzetbegoviç'in Hırvat komutan ya da temsilci ile olan diyaloğu geldi o anda. Bunu da sizlerle paylaşmak istedim. 

Hatıra şöyle:
Bosna Savaşı esnasında, Osmanlı yadigârı Mostar Köprüsü'nün bulunduğu Mostar şehrinde Hırvat komutanla görüşen Aliya İzzetbegoviç'e, komutan, tehdit havasında dağın tepesine dikilen devâsâ büyüklükteki haç'ı gösterir ve: "Bak, biz haçı nasıl diktik. Şimdi sizin hilâlden daha yücede bir haçımız var. Bunu kaldırmaya gücünüz yeter mi?" diye mânalı bir soru sorar. 

Aliya İzzetbegoviç de, bu söz karşısında meseleyi gülümseyerek geçiştirir, "hele bir gün geceye dönsün" der. 

Akşam karanlığı basınca da onu dışarıya davet edip şahadet parmağını göğe kaldırarak tüyleri diken diken eden şu sözleri söyler: "Sayın komutan, şimdi sen de bir semâya bakıver! Şu hilâli ve yıldızı görüyor musunuz? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne kadar yükseklere haç dikseniz de onu geçemezsiniz ve asla onu oradan da indiremezsiniz. Onlar semâda olduğu müddetçe biz de inşâllah varlığımızı devam ettireceğiz!.."

***


Efsaneleşen bu hikâyenin yayılmasıyla farklı türleri de ortaya çıkmıyor değil. Bosna basınında ve Boşnaklarca, yaşananlar, şöyle anlatılmaktadır:

Hun tepesine haç dikilmesi esnasında silahlı çok sayıda Boşnak genç haç'ı indirmek ister. İçlerinden biri Aliya İzzetbegoviç’e "İzin ver o haç'ı başlarına geçirelim" der. İzzetbegoviç ise parmağını gökyüzüne doğrultur ve Ay’ı gösterir. Etrafını saran ateşli kalabalığa "O hilalden daha yükseğe dikmedikleri sürece problem yok" cevabını vererek gençleri sakinleştirir.
 

16 Kasım 2012 Cuma

"Kendi Kendinize Yardım Edin Diyor" Goethe

Boş zamanlarımız o kadar çok ki haddi hesabı yoktur. Eğer boş vakitlerimizi saniye saniye hesaplayabilseydik ne kadar zararda olduğumuzun farkında olurduk. Ama tren kaçmış değil, koşarak yetişebilirsiniz. Yetişemeseniz dahi – hani tren raylarından çıkan o yanık koku vardır ya – geride bıraktığı koku cesaret verir size. 
En azından bu yazıyı okuduktan sonra… 

Misal; çalışıyorsunuz.
İşinize servis ile yahut toplu ulaşım araçlarından faydalanarak gidiyorsunuz. Ev ve iş arasındaki boş zamanı değerlendirebilirsiniz.
Nasıl mı?
Kitap okursunuz ya da teknolojik cihazlarınız vasıtasıyla sesli kitapları dinleyebilirsiniz. Ne bileyim, insan davranışlarını inceler ve üzerinde düşünürsünüz…
Size, benim uzun zamandır uyguladığım bir teknikten bahsedeyim. Nesneleri büyütün, küçültün, piramit şekline sokun. Değişik şekiller verin. Bir otobüsü kibrit kutusu, durakta bekleyenleri de kibrit olarak düşünün. Kibrit kutusunun LPG ile çalıştığını, bunun tehlikesinin ise önü alınamayacak ne gibi sonuçları ortaya çıkaracağını sorun kendinize ya da kibritlere! Nesneler arasındaki küçüklük büyüklük farkını değiştirdiğinizde, bir elmayı karpuz gibi görmeye başladığınızda anlayın ki aslında beyninize ince ayar çekiyorsunuz demektir.
Boş zamanlarınızı kendinizi geliştirecek işlere verin.
Boş boş bakmayın sokaklara, bulunduğunuz ortama. Baktığınız bir arabanın jantının hemen içinde yer alan fren balatası olabilir. Onu hissedin ve ne işe yaradığını düşününün. Beyninizde uzun zamandır kapalı olan kapıları bir bir açın. Fren sizlere neyi çağrıştırıyor. Trafik canavarını mı? O zaman bu canavarı ortadan kaldıracak formüller düşünün. Hayata nasıl endeksleyebileceğiniz ve insanlara bu konuda neler anlatabileceğinizi hissedin. "His" demişken, kendi kendinize sorun. "Şu an ne hissediyorum?"
"Acaba jantın hemen içinde yer alan fren balatasını niçin seçtim? Hissettiğimi mi yaptım, yoksa yapmak istediğimi mi?" Hissettiğiniz hakkında ne hissettiğinizi düşünün.
Ve hesaba çekin kendinizi bir müddet sonra. "Neyim, kimim, niye bunları düşünüyorum? Zamanımı neden boşa harcıyorum? Acaba bu yazı benim zamanımı mı çalıyor?" diye bir düşünün.
Bu yazılanlardan sonra böyle bir şey hayatım boyunca yapmayacağım derseniz inanın ki kendinizi kandırırsınız. 
Çünkü yaklaşık bir dakika kırkyedi saniye 60 salisedir sizin beyninizin sağ ve sol tarafları harekete geçmiş durumda! Ortada bulunan zar da ortadan kalkarsa problem kalmayacaktır. Bu zar sağ beyninizle sol beyniniz arasında geçişi engelliyor. Kısacası, düşünmezseniz ve yeni fikirler ortaya koyamazsanız bu zar gittikçe kalınlaşıyor ve tabir-i caizse dut yemiş bülbül gibi bakıyorsunuz Dünya'ya... Yaşama umudu kalmamış bir insan emsali.
Şayet zaman bizler için değerliyse neden yürürken ıslık çalıp da başımızı ağrıtıyoruz. Zaman görece bir kavramdır. Bazıları gözlerini açıp kapayıncaya dek yıllar su gibi akıp giderken, yarının garantisini hangimiz verebilir bize?
Artık fark edin artık bir şeyleri.
Kendinizi fark edin, ona göre hareket edin.
"Hayatta edindiğim en büyük bilgi şudur" diyor Goethe; "Kendi kendine yardım etmeyi bilmeyene, hiç kimse yardım etmez..."
Az da olsa bugününüz yarınınızdan farklı olsun…


19 Ekim 2012 Cuma

Behzat Ç. dizisi ve kitap atıfları...


Kaliteli dizilere hasret kaldığımız televizyonlarda, imdadımıza bir manada Behzat Ç. dizisi yetişti desek, bir nebze kendimizi avutmuş oluruz. Sinema formatında, sinemasal atıflarla işlenen ve örülen bir dizi karakteri var Behzat Ç.'nin... Bunlardan, geriye dönük olarak birkaç misal vermek istiyorum.

***

Behzat Ç.'nin 51. bölümünde bir kitap göndermesi vardır. Dizinin giriş ve çıkış sahnesinde (aynı sahnedir) Lermontov'un "Zamanımızın Kahramanı" kitabı göze çarpıyor. Abi'nin cansız bedeni koltukta dururken, hemen arkada, Behzat'ı gördüğümüz planda, belleğimize Lermontov nakşediliyor. Doğru bir atıf.

Zira "Zamanımızın Kahramanı" kitabı ölümle dans eden, ölümü tahmin eden, ölümü çağıran, ölüme yol öğreten bir kitap.

Şöyle der kitapta bir yerlerde: "Yarın beni unutacak, daha kötüsü, hakkımda yalanlar uyduracak dostlardan, başkalarını kucaklarken bir ölüye karşı kıskançlık uyandırmamak için arkamdan gülecek kadınlardan bana ne? Hayatın kasırgası içinden bir kaç fikirle çıktım ben, duygu aramayın. Uzun süredir kalbimle değil kafamla yaşıyorum zaten. Kendi tutkularımı ve davranışlarımı dikkatle inceliyorum, ilgiyle, ama hep dışarıda kalarak. Benliğimde iki kişi barınıyor. Bunlardan biri tam anlamıyla yaşıyor, öbürü ise onu yargılıyor. Birinci, belki de bir saate kadar sizden ve dünyadan ayrılacak, ötekisiyse... Öteki ne olacak?.."

İşte tam da bu kısım sanki Behzat'ın ruh halini o sahnede çok iyi bir şekilde betimliyor... 

***

Dizide daha önce de 41. bölümde Şule'nin hastanedeki odasına giren Behzat, Leo Malet'nin "Hayat Berbat" kitabını çekmeceden alıp ceketinin içine sokuyordu. Kitabın isminden de anlaşılıyor sanırım. Behzat Ç., Şule, Yaşananlar, eşittir: Hayat Berbat... Aslında direkt Behzat ile ilintili bir kitap... 

Birkaç yerde daha pek göze çarpmasa da sinematografik, reklamdan öte güzel göndermeler mevcuttu. Emrah Serbes ve senaryo ekibini bu açıdan kutlamak gerek...

4 Eylül 2012 Salı

Soli Deo Gloria (Tüm görkem Tanrıya ait)


Sanatçı kimdir? Sanatçı nasıl olmalı? Gerçekten sanatçılar zanaatçı, müzisyenler müzikçi, yazarlar ise birer anlatıcı değiller mi? En azından günümüz dünyasında nitelikli sanat yapanlar bir elin parmağını geçebiliyor mu?

Bütün bu soruların cevabı Bach’ın eserlerinin sonuna yazdığı üç harfte gizli aslında. Mütevazılıktan bihaber, egonun Kaf dağının eteklerinde süzüldüğü, mükemmeliyet peşinde koşan insanoğlunun kimi zaman –çoğu zaman- kendini kaybederek ilahlığa soyunup “ben yarattım” diyebilme küstahlığını gösterebilmesi işte burada yatıyor. Bach’ın –kendince- haddini bilerek durması gerektiği noktada gün yüzüne çıkıyor herşey ve kendine “sanatçı” diyebilme cüretini gösterip herşeyi mübah kılma gayretinde olanlara da “Kral Çıplak” diyor Bach.

Bundan sonrasını gelin, eleştirmen Asuman Kafaoğlu-Büke’nin bir yazısından derlemelerle sürdürelim:


“…Johann Sebastian Bach eserlerinin sonuna imza atmak yerine kısaca S.D.G yazarmış, “Soli Deo Gloria” sözcüklerinin kısaltması olarak. Tüm görkem Tanrıya ait anlamına gelen bu sözü yazmasının nedeni, kusursuz bir eser yazmadığını -kaldı ki eser kusursuz bulunacaksa, bunun nedeninin ilahi olacağını- zaferin sadece Tanrıya ait olabileceğini anlatmak içindi. Bazı çağlarda, günümüzden farklı olarak, sanatçılar kendilerini öne çıkarmak istemezlerdi. Eserlerini imzalamadan, hatta saygı duydukları bir ustanın ya da sanatlarını destekleyen soylunun imzasıyla öne sürmeye çekinmezlerdi. Kendilerine müzisyen yerine müzikçi, sanatçı yerine zanaatkar, yazar yerine anlatıcı demeyi tercih ederlerdi.
…Bach, insanlık tarihin tanıdığı en büyük bestecilerden biri olmasına rağmen, kendini her zaman müzikçi olarak gördü.
Benzer şekilde Jan Van Eyck, bugün otoportre olduğu sanılan “Kırmızı Türbanlı Adam” adlı resminin çerçevesine, “Als İkh Kan” yazmıştı. “Elimden gelenin en iyisi.”
…Belki Platon’un idealar felsefesi açısından baktığımızda daha iyi anlamamızı sağlıyor bu davranışı. Platon’a göre “Bu dünya, Fikirler aleminin bir taklididir” taklit olan bir varlığı taklit eden sanatçının ise bundan kendine pay çıkarması doğru değildir. Mükemmel olan Platon için fikir, Bach ve Van Eyck içinse ilahi yaratıydı…” 

24 Temmuz 2012 Salı

Dün öldü, bugün can veriyor, yarın henüz doğmadı.*


Mübarek Ramazan-ı şerif geldi. Henüz başlarında olmamıza rağmen zaman su gibi akıp geçiyor. Umarız bu ayın rahmet ve bereketinden –yanlış iş ve davranışlara sapmadan- istifade edebilir, faydalanabiliriz. 

''Şaşkınlık içindesin, sendeki bu çile ne?
Eğer bin bilsen bile, gel danış bir bilene!''

Uzun zamandır böylesine bir istiğrak içinde olmamıştım. -Burada 'istiğrak' lâfzını 'derin düşünce nöbetleri' şeklinde kullanıyorum.- İstiğrak dediysem aşk-ı ilâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek anlaşılmasın...

Nerede (bizlere) o nimet, ele geçer mi acep
Eğer ister isen hulûs-i kalp ile, hidayet erişir elbet…

Umarız ve dileriz ki Mâsivâ'ya köle olmaktan kurtuluruz… Mühim olan kılçıklı olan bu yolda tam ortadan ilerlemek, yan yollara sapmamak, nakil üzere –aklın nerede kullanılacağı bellidir- hareket edip istikamet üzere yürümektir.

''Oku, elbet o güzel, birgün rû-nümâ olur,
muhabbetle okuyan mâsivâdan kurtulur.''
(İmâm-ı Rabbânî – Mektûbât)

Yüz farklı olayı tek gözle görmekten öte tek gözle yüz farklı olayı tahlil edip gözlemlemekte işin esası!..
Haddime değil ama sizleri bu mübarek ayda ön yargıdan kurtulmuş, objektif ve ezberlerinizi bozmuş bir şekilde olan biteni izlemenizi salık veriyorum. Dedim ya haddime değil...

Radyolarda o kadar olmasa da televizyonda iftar ve sahur programlarına dikkat edin. Eline neyini alan, defini kapan soluğu kamera karşısında alıyor. Hoca diye geçinen bazı zevat ise fıkıh ilminden çok hikâyeler anlatarak, ağlayarak sızlayarak, dizlerini döverek vakit geçiriyor. Hele bir de kendi çapınca hadis-i şeriflere atıf yapmadan Kur'an-ı Kerim tefsiri yapanlar var ki, onlara değinmiyorum bile. O da lazım mı? Elbette. Prof. Dr. rahmetli Orhan Karmış hocanın Tefsir programını hâlâ izler ve dinlerim. Ama önce bu mübarek ayda orucu bozan ve bozmayanlar, yapılacak ibadetler ve diğer meseleler sohbet tadında muteber kaynaklara dayanılarak anlatılsa daha bir faydalı olur. 
Odun ateş olmadan yanmaz! Altta akan neyli dümbelekli müzikle hikaye anlatanlar da var. Hoş hikayeler de yok değil. Bir nevi 'ahh ne kadar güzelmiş. Bak şimdi şu herif bunu yapıyor. Kendine dikkat etmiyor. Sen ne diyorsun. Nerede o eski insanlar…' diye iç geçirmek şöyle dursun, 'düşünce tecavüzüyle', leş, ölü eti yemeğe varan, kendimizi mübarek ilan ettiren hikayeler!.. İlmin temellerini bilmeden böylesine şeyleri –kılavuzsuz- dinlemek insanı, kâmil olmaktan öte zelil ilan ediyor. Uyanık olmak lazım.

Bir de ilâhi dedikleri şeyi –ilâhi müziksiz olur!- şarkı formatında piyasaya sürüp -hatta cover'larını yaparak- milletin parasını yiyenler var. Artık bunlar belli bir piyasa edinmiş durumda. Şirketleşmiş ve bu işi sanki bir "ibadet"mişçesine yapmaktadırlar. Hatta eline gitarı alan gençler, bizim dedelerimizin saf dillerinden süzülen o güzel ilâhileri 'ilâhi' olmaktan çok uzak bir şekilde okumak ne kelime, "çığırıyorlar." Bu da yetmiyormuş gibi remix yapıyorlar. İlâhi ve müzik, doğu ile batı gibidir. Hiç bal acı biberle süzülür mü!? Tahlili doğru yapmazsak neşteri yanlış yere vururuz. Bizi de ancak teneşir paklar!

''Ârife tarîf olmaz, sivri sinek saz gelir,
Gâfile söz nâfile, davul zurna az gelir.''

Bütün ön, arka, yan, alt, üst yargılarınızı bir kenara bırakın ve bakın. Saz, tambur, gitar, kanun, def, ney… gibi çeşitli müzik aletleriyle adeta pavyonvâri bir hava estiriyorlar. Sahur-iftar bahane, biz eğlencemize bakalım havasındalar!
Hele hele Esma-ül Hüsna'yı, o mübarek isimleri altta ney fonuyla canlı performans yapanları görünce… Yıllar önce bir büyüğüme "elimde çok iyi tasavvuf müzikleri var. Onları sisteme yükleyebilirim" demiştim. O esnada kendisi gazete okuyordu. Mütebessim bir yüz ifadesiyle –bak ben biliyorum gibilerinden değil de, doğrusu budur. Sana her şekilde bunu ispatlayabilirim şeklinde- "tasavvufun müziği olmaz!" demişti. Araştırınca doğru olanın öyle olduğunu anladım. O zamanlar bilmiyordum. Hâlâ çoğu şeyi bilmiyorum. Fakat en azından suyun geldiği boru temiz, su da temiz olunca şifâ hâsıl oluyor. Su temiz olup boru pis olsaydı, vay halimize.

''Herkes aynı metotla, yola gelmez, tavlanmaz,
Davul zurna çalarak dağda keklik avlanmaz.''

Bu işlerde nakli bırakıp aklı ön plana çıkarırsanız daha neler zuhur eder, varın siz düşünün. Yakında Türksat 3A'dan bir frekans tahsis edilip 'bundan sonra televizyondaki hocaya uyarak kılacaksınız' denilirse bunun sorumlusu hepimiz oluruz. Bunlara alet olunmamalı.

''Öyle kolay uyanmaz, ne söylesen gâfile,
Eğer nasibi yoksa, ne söylesen nafile.''

Beni derin bir düşünce buhranına sürükleyen bir başka mevzuya gelince…
Ramazan ayıyla birlikte –zaten önceden de yürürlükte! olan- çeşitli koroların ot gibi bitmesidir. Hem de çocuklardan kurulu korolar! Bunlar çalgılı sözlü sağa sola sallanıp şarkı söylüyorlar. Adına da ilâhi diyorlar.
Durdum… Baktım… Kapattım…
Sanırım doğru olanı yaptım. Uzun zamandır gördüğüm ama farkında olmayarak zaplayıp geçtiğim bu şeyin zifiri karanlığında boğulurken buldum kendimi. Planlı bir faaliyetin ürünleri olduğunu sizler de çok iyi bileceksiniz tüm bunların. Hollywood filmlerinde kilise korolarındaki o masum gibi görünen çocuklar –özellikle zenciler kullanılmıştır, bu da manidar- beynimize öylesine nakşedilmiş ki hiç sorup sorgulamadan, hiç düşünmeden, alıp yurdum malı gibi bağrımıza basıyoruz. Bu koroların özellikle nerelerde pazarlandığına ve sunulduğuna dikkat edin. İçten içe yapılmak istenileni görmek veya görmemek ellerimizde. Ancak uyanık olmak, yapılanları reformistliğe vurup bizleri aldatmaya çalışanların yaldızlı söz ve görüntülerine aldanmamak hepimizin boynunun borcudur. 'Adam sen de…'leri bırakıp 'böyle gelmiş böyle gitmez' deme zamanı. Biz yine olumlu düşünelim, pozitif söyleyelim 'yarın çok geç olabilir' değil, 'yarın çok geç olmadan' diyelim…

''Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana.''

***


* Yazının başlığındaki söz Bişr-i Hafi hazretlerine ait bir sözdür. Bişr-i Hafi, sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Horasan'ın Merv şehrinde ve Bağdât'ta yaşamış olan büyük velîlerdendir. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr'dır. Yalınayak gezdiği için "Hafî" lakabıyla bilinir. 'Bişr-i Hâfî' diye meşhûr olmuştur. 767 (H.150) senesinde Horasan'ın Merv şehrinde doğup, 841 (H.227) senesinde Bağdât'ta vefât etmiştir.  Kabri orada olup ziyâret yeridir.

13 Temmuz 2012 Cuma

Platon, idealar ve güzellik...


Platon, özü ya da ideayı değil görünüş dünyasını yansıttığını düşündüğü resmi ve edebiyatı küçümser. Çünkü ona göre sanatın kendisine konu edindiği (benzettiği, taklit ettiği) nesneler ideaların birer gölgesidir. Zira doğanın duyularla algılanabilir özelliklerini edilgin biçimde kopya etmek sanat için amaç olamaz. 

Platon geçici görüntü altında daim olan özün yakalanmasını ister. Nesneyi yansıtma (mimesis, taklit) aslına, yani nesnelerin ilk örnekleri olan idealara ne kadar uygun olursa sanat eseri o ölçüde "güzel" olur. 

Yani kısaca Platon'a göre bütün duyularla algılanabilir güzellikler, mut­lak ve akla dayanan güzelliğin yani güzellik ideasının yansımasından başka bir şey değildir...

29 Haziran 2012 Cuma

Düşler, çocuklar ve biz. Ne kadar gerçeğiz?..

Hepimizin hayalleri var. Uçsuz bucaksız bir vahada alabildiğine uzanan. Çoğu zaman düşündüklerimiz sadece bir “düş” olarak kalıyor. Hiç olmayacağını bile bile oynuyoruz bu oyunu. Ama öyle değil mi ki zaten hayat; bir hayal ve oyundan ibaret! O zaman tadını çıkarmak için daha çok düş kurmak gerekiyor. Değil mi? “Evet” deyip bu oyuna başlayalım o zaman… 
 
Şimdilerde, kendimizi, büyümüş “olgun insan modu”na sokup, kravatlar takıp takımlara büründüğümüz şık giysiler içinde veyahut dizaltı bir eteğin yamacından bakarken buluyoruz. Büyüdüğümüzü hissettiğimiz –yanıldığımız- anlar da tam olarak bu zamanlarda başlıyor. Kravatların uzunluğuna paralel dizaltı eteklerden bastığımız yerleri seyrediyoruz çoğu zaman. Bunun için hep bir maske ile dolaşıyoruz. İş hayatının dışında dahi hâlâ o ruh haliyle kişiliğimize yön veriyoruz. Garip bir paranoya. Kabul. Ancak oyun içinde oyun oynamayı bırakalım. Bakın, size güzel bir oyun teklifim var. Hani o uzun zamandır mantıkla işleyen beynimizin bizleri "ânı yaşamak"tan uzak kılan bir oyun. İşadamlığı, işkadınlığı, çöpçüsü, teknisyeni, manavcısı, evkadını, vesairesi… İşliklerinizi ve kimliklerinizi atın bir kenara. En azından bu yazının sonuna kadar. Gelin bir oyun oynayalım sizinle. Ânı, şimdiyi yaşamanın unutulduğu bir zaman boşluğunda…

Gözlerinizi, derin bir nefes alırken kapayın hafifçe. Şimdi iyice sıkın ve nefesinizi verirken gevşetin gözkapaklarınızı. Kendi hâline bırakın… Fazla değil, çok çok az gerilere gidin. Zihninizin algılarını açın ve arkanıza şöyle bir bakın. Gülümseyin bir de yahu. Hadi, haylaz bir çocuk tebessümü konsun yüzünüze. Kaldırın başınızı ve bakın gökyüzüne. Asık suratlı işadamı modundan ve demir leydiliklerden sıyırın kendinizi. Ne var ne yoksa çıkarın üstünüzden. Anadan üryan olun! Evet evet, neden deli muamelesi yapıyorsunuz ki bana. Şu an bir oyundayız mâdem, yapın söylediklerimi…

Uzanın boş bulduğunuz bir yere. Ayakkabılarınızı da çıkarmayı unutmayın. Hani hatırlar mısınız, oyunlar oynardık parklarda, bahçelerde, dar sokak araları ve boş arazilerde. Çocukluğumuzun nişânesi tertemiz hafıza tahtamız misali, boş bulduğumuz kağıt ya da duvarlara resimler çizerdik. Örülü saçlı kızlar, ağzında pipo olan oğlanlar. Rüzgâr güllerine çalan papatyalar, kelebekler, kuşlar, ağaçlar resmederdik. Kumlardan kaleler ve dahi kumlara çizdiğimiz hayaller, parmak ucumuzla bulutlara dokunup yaptığımız şekiller…

Derin bir nefes daha alın. Hiçbir şey düşünmeyin ama. 
Hadi uzanın yere. 
Sırtınızı en sağlam yere, toprağa verin. Açık ama aralarda gökyüzünün maviliğini perdeleyen bulutlu bir göğe baktığımızda çocuk iken, hayalimizin olup olmayacağını hiç düşünmezdik. Bir yapboz gibi yapar yapar yine bozardık. Sonra hadi başa sar. Tekrar bir resmi çizmenin heyecanıyla yapardık bunu. En mutlu olduğumuz çocukça masum hallerimiz…
Uzandınız mı yere?
Açın kollarınızı.  Bacaklarınızı da ister iki yana açın, ister diğer bacağınızın üstüne atın. Bir bacağınızı çekin kendinize, diğerini de onun üstüne. Şimdi yeniden gülümseyin. Hayaller kurun, sevdiğiniz ya da sevebileceğiniz kişileri düşünün. Sizi kızdıran, hayattan yıldıran insanları da su dolu yoğurt kabına kattığınız toz deterjanla iyice karıştırın. Sonra tahta mandallar arasından bir baloncuk çıkarın. Baloncuk havadayken parmağınızın ucuyla dokunduktan sonra “pıt” sesini duyup etrafa renkli şekiller dağıtarak yok olduğunu düşünün. Tüm olumsuzlukların pozitif bir şekil alması gibi.
Sizin gibi…
Âşık olduğunuz adamı, kadını kendi kıyafetiyle değil de, sizin kesip biçtiğiniz giysilerle giydirin.
Her zaman yaptığınız gibi…
Fakat sâfiyâne bir tavırla yapın bunu. Evcilik oynayın mesela sevdiğinizle. Küçük bir çadırın içinde hep mutlu olacağınız hâyâline kapılın… Deniz kenarında, bir balkonda, çimenlerin üstünde, evinizin halısı ve kanepesinde yapın bunu. Hadi, tebessüm edin şimdi.
Sizi sevenler daha çok sevecekler. Yanınızdan geçenlere aldırmadan bir seksek oynarmış gibi zıplayın. Çocukken hiç düşünür müydük, yaptığımız bir hareketin yadırganacağını? “Koskoca adama-kadına bak, ne hallerde” diyenlere, hadi yaramazlık yapalım, dilinizi çıkarın. Hatta yürüyen merdivenin tersine yürümeye çalışın.
Komik mi? Hayır…
Eğer bu çocukluğu hâlâ yapabiliyor ve gülümseyebiliyorsanız tüm bu anlattıklarıma ve anlatamadıklarıma, ancak varsınız demektir. Düşünüp düşünü kuramadığım daha birçok şeyi sizler geçirin hayatınıza. Anlatın ve yazın bunları, not edin. Bana da söyleyin. Hayatınızdakilere de ne olursa olsun asık bir suratla bakmayın yüzlerine, negatifliğinizi yüklemeyin üstüne. Çocuk tebessümü yerleşsin yüzünüze. Gülümsemeyi bilin.

Çok mu yıldınız hayattan, rol mü yapıyorsunuz hep. Yoksa “mış” gibi yapnaktan bıktınız mı? Mızıkçılık yapıyorsunuz demektir o zaman. Hadi, şimdi de başınızı koyabileceğiniz bir diz, bir dost, bir sevgili, bir kardeşlik varsa anlatın içinizden ne koparsa. Bir çığ gibi yuvarlayın hepsini. Ağlayın, sızlayın, arada çocuksu tebessümler fırlatın, susun, uyuyun, konuşun, sızıp kalın… Ama içinize atmayın.

Uzanın düz bir yere, sırtınızı dayayın size dayanak olan -birine- her şeye. Kurun hâyâlinizi. Ortak edin buna, size değer veren bir insana. Sizi anlayabilecek bir dosta, aşka, bir başa. Hiç mi olmadı bir taşa… Hadi, gülümsemenin ve çocuksu hayalleri kurmanın vaktidir şimdi… Bu bir test. Bir oyun. Bir gerçeğe dönüş testi. Düşünün bir kez daha. Şimdi derin bir nefes alın. Düşleriniz, çocuksuluğunuz ve siz.
Ne kadar gerçeksiniz?..

24 Mayıs 2012 Perşembe

Beklenmeyen Kaza!..

Bir kez daha şükrettim, bir kez daha dayanağı oluştu, sağlam bir temele oturdu; 'dünyada bulunduğumuz süre zarfında yer kalay, gök bakır olsa rızktan endişe etmeme ve aç kalmayacağımıza dair' o müjde. Bu gidişle ne aç kalırız ne de açıkta!.. Medya varlığını sürdürdükçe bizlere de yeni iş kapıları açılacaktır muhakkak. Bir internet sitesi, bir gazete, dergi ya da kitap… Her ne ise o 'bunlarda' varlığımızı sürdüreceğiz biz de.

Özel bir haber televizyonunun canlı yayınında haberi aktarmaya çalışan muhabirin ayna gibi parlayan ve kameramanlara diyafram problemi çıkaran kafasından odamı ışıtan o sözü duyunca neşelendim bir an. Hava parçalı çok bulutlu bir Ankara havası idi. 'Ne yazmalı ne yazmalı…' derken 'sen çok yaşa' nidâsıyla şenlendi yuvam. Gerçi yayınlayacağım yazı hazırdı. Fakat arşivde sürmanşete çekip, bu yazıyı manşetten vermeyi uygun gördüm.

Bilindiği üzere 31 Ocak 2009 Cumartesi günü Bolu civarında bir ambulans helikopter düşmüş, bir emekli kara pilotumuz hayatını kaybetmiş, yabancı bir pilot da ölmüştü. Emekli kara pilot Albay Süleyman Kıyak için 2 Şubat Pazartesi günü Ankara Kocatepe Camii'nde bir tören düzenlendi. İşte bu törenden bilgiler aktarmaya çalışan muhabirimiz 'dakika bir gol bir' tadında bir söz sarf etti. 'Cumartesi günü beklenmeyen bir kaza! sonucu yitirdiğimiz…'
Zaten gerisini dinlemeye gerek kalmadan kapatıverdim televizyonu. Söylenen sözlere fazla takılmayan, katı kuralcılığın ötesinde 'iletişimin tamamlanması' tezimle hayat boyu aç kalmayacak birisi olan ben, bu söz karşısında 'oha falan oldum yani!' Kusuruma bakmayın bunu söylediğim için. Konuyu sıvamak bir yana bu kadar da değil ama benim dahi kanıma dokundu! Bunu bir sunucu veya spikerin yapması kabul edilemez zaten. Bu kişinin muhabir olmasını da geçtik fakat lise diploman da mı yok be kardeşim? Heyecan diye savunma noktası oluşturmak isteyenlere de bu kişinin bu işinde 'kaşar' olduğunu belirtmek isterim. Bize bir de en önemli 'siyasi, polisiye ve adliye' haberlerini aktarıyor. 

'Kaza nedir?' buna bakmak lazım önce. Yani kaza, beklenmedik zamanda, ansızın olur. Değil mi? Yani geçip otobüsün karşısına 'gel ulan, geeeel, gel de çarp sineye…' derseniz bu beklenmeyen kaza mıdır, beklenen mi? Hem kazalar beklenseydi bu lâf o muhabirimizin ağzından çıkar, kaçar mıydı? Onun için kazaya rıza göstermeli ve belki de bu 'beklenmeyen kaza'yı 'kazârâ' oldu varsaymalı!..

6 Mayıs 2012 Pazar

“Abrakadabra” derken aslında ne demek istiyoruz?

“Abrakadabra” Ârâmîce bir kelîmedir.  

Abra” Ârâmîce’de “yaratacağım” anlamına gelir. “Alef, Bet, Reş ve Alef” harfleriyle yazılır. Fiilin kök “B-R-Alef”dir. Bu kök İbrânîce’de de Tevrat’ın ilk cümlesi olan “Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı”da “Bereşit Bara Eloim et Aşamayim veet Aarets” cümlesinde “Bara” yani “yarattı” olarak karşımıza çıkar. 
Aynı kök Arapça’da da –çoğunlukla yerine H-L-K kökü tercih edilse de- bulunur ve kullanılır. “Abra” sözcüğü de bu kökten az önce sözü edilen gelecek zaman veznine göre türetilmiş bir sözcüktür ve “yaratacağım” anlamına gelir.

“Kadabra” kısmını ise açıklamadan önce bir kez daha bölmek gerekiyor, “Ke’dabra” şeklinde. Buradaki Ke ya da Ki, Ârâmîce’de bir bağlaçtır. Arapça’da “Key”, İbrânîce’de “Ki” şeklinde görülen bu bağlaç İngilizce’deki “like, as, that”, Fransızca’daki “afin que” ya da Farsça’daki “Ke” bağlaçlarıyla benzer ya da aynı anlamdadır. Türkçeye de “ki” olarak çevrilebilir. Kef ve Yod harfleriyle yazılır.
 
Dabra, sözcüğü ise yine Ârâmîce ve İbrânîce’de ortak olan bir kökten, söz, söylemek, demek anlamındaki D-B-R kökünden gelmektedir. Aynı kök İbrânîce’de Tevrat’ın Tesniye Kitabı’nın İbranice adı olan DeVaRim sözcüğünde karşımıza çıkmaktadır ki: bu ad, “sözler” anlamına gelir. Abrakadabra’nın “dabra”sı ise “söyledim, dedim” anlamına gelir Ârâmîce’de. Sonuç olarak Abrakadabra ile ilgili buraya kadarki bilgileri bir araya toplarsak elimizde şu cümlenin olduğunu görürüz: “Söylediğim gibi yaratacağım”. 

Abrakadabra, kanımızca Ârâmîce’de “söylediğim gibi yaratacağım” anlamına gelir ve henüz Sihirbazlara, “illüzyonist” denmediği dönemlerde bu türden sihirbazların bu cümleyi dillendirmeleri oldukça mantıklı görünmektedir. Arapça, Farsça bir birleşik sözcük olan sihr (büyü) ve baz (oyun, oynayan)’ın böyle bir oyun oynamış olması mümkündür... 

Bazı sözleri dillendirirken ne anlama geldiklerini bilmeden söylediğimizden belki de bu bilgi bizleri aydınlatacak ve söylediğimiz kelîmelerden kurduğumuz cümlelere kadar daha titiz davranmamıza sebep olacaktır.


Not: Dil uzmanı ve çevirmen Mahir Ünsal Eriş’in notlarından derlemedir…

1 Nisan 2012 Pazar

Bir not: Gülümse...

Hiç sebepsiz yere bir insanı mutlu etmek… Mutlu etmek sadece... Ne hoştur bu düşünceye sahip olmak. Çıkarsız, sebepsiz ve yalansız bir şekilde sâfiyâne bir hisle yapmak bunu.
Nasıl mümkün olabilir?
Mümkün. 
Nasıl mı?
Şöyle:
Tanıyın, henüz yeni tanımış olun ya da tanımayım o kişiyi. Ne fark eder. Masasına bir not bırakın veyahut çantasına hiç fark ettirmeden atıp kaçın ufacık tebessümle kaplanmış o kağıtçığı.
Bekleyip gözleyin o kişiyi. Açıp da kağıda bakınca yüzünün aldığı o mütebessim hâlin mutluluğuyla ikiye katlayın mutluluğunuzu. Gözetleyemiyorsanız bile kendinizle baş başa kalınca resmedin o ânı.
“Bir insanı mutlu etmek hiç bu kadar kolay olmamıştı” diyeceksiniz kendi kendinize.
Ne mi yazacaksınız o kağıda?
Hadi hazır bir notu sizinle paylaşayım.
“Merhaba. İlk gelişim ve uğrayışım buraya. Ofisine ilk ayak basışım. Mutlu ve huzurlu bir ömür dilerim sana. Hep mutlu ol...
Biliyorum, okuyan çok şaşıracak buna. Siz ise kendinizi muzipçe gülerken bir köşebaşında bulacaksınız. Veya yatağınıza uzanmış gülücükler atarken tavana başka başka hayatlara sızmak için planlar yapacaksınız. 
Bir insanı bir an bile olsa böylesi bir mutluluğa boğacaksanız neden hâlâ düşünüyorsunuz ki!?
Hadi. Deneyin. 
Ve şimdi gülümseyin, gülümsetin…

26 Mart 2012 Pazartesi

Hüznün Doruktaki İfadesi...

Mutlu olamıyoruz. Mutluluğun tanımını yapacak ne felsefî ne de edebî bir derinliğim var! Fakat hatırlıyorum da Sabahattin Ali'nin bir köpeği vardı. Adı da 'Bahtiyar'dı. Öyle yanında dolaştırıp ayaklarının dibinde yatan bir köpek değil bu. Öyküsüne başlık olmuş bir köpekti 'Bahtiyar'. Sabahattin Ali, yazmış olduğu 'Bahtiyar Köpek' adlı öyküsünde o kadar güzel işlemiş ki mutluluğu… Onun için Sabahattin Ali bende 'hüznün' –mutluluğun- ifadesidir.  O, bahtiyar olmayanların sözcüsüdür bir anlamda. 
'Bahtiyar Köpek' adlı öyküsüne şöyle bir girizgâh yapar, "Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. 'Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?' diyorlar. 'Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden, cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip giderlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?'"
Böyle başlar öykü. Sonunda da köpeğin etsel(!) zevk ve sefâsıyla sonlanır. Sabahattin Ali'nin -bir nebze de olsa- mutluluğudur bu. Ona karşı 'neden bu kadar karamsarsın?' sorusuna en iyi cevaptır aslında…
Ne diyordum… "Mutlu değiliz." En az Sabahattin Ali'nin kaleminde yakalayabilsek bahtiyarlığı o zaman kelebeğin kanatlarını çırpa çırpa uçtuğunu göreceğiz.
Mesela, mutluluktan öte iç huzuru yakalama taraftarıyım. Kozayı örmeye benzer. Onu saracaksınız ki ancak korunabilsin. Mutluluğu tadıp acıya yelken açmaktansa, acıyı hissedip mutluluğu yakalamaktan yanayım. Çünkü acılar olgunlaştırır bizi. Hatırımızda kalanları bir anımsayın. Onlar akıllarda yer etmenin hüzünden geçtiği bir yoldan ulaştılar bize. Belki de 'The Secret' tarzı kitap ve yaklaşımlara inat hüzünle beslediler bahtiyar köpeklerini. 
Karamsar değilim. 
Sadece karamı saracak gizin sırrını tahlil etmekle meşgulüm. 
Gerisi mi? 
Gerisi 'Hüznün Doruktaki İfadesi: "Mutluluk."'

26 Şubat 2012 Pazar

Fırsat ve Şans...

Fırsat ve şans... Bu iki kelîme ayrı gibi gözükse de temelde aynı olmakla beraber 'biri olmadan diğeri olmaz' denkleminden öte bir şey değildir… Biliyorum yazının henüz başında yukarıdaki cümleyi çözmek için bir hayli çaba harcadınız, harcıyorsunuz. Daha girizgâhta bir düşünce buhranına sürüklemek istemem sizleri. Ancak biraz daha temeline inelim işin… 

Türk Dil Kurumu (TDK) 'Fırsat' sözcüğünü  "Herhangi bir şey için en uygun zaman, uygun durum veya şart, vesile, okazyon" olarak açıklıyor. 'Şans' kelîmesini ise "Mantıkla açıklanamayan birtakım rastlantısal olayların nedeni olan güç, baht, talih, felek. Bir olayın olabilirliği. Bir kimsenin bilgi ve emeğinden çok rastlantı sonucu elde ettiği elverişli durum" şeklinde tanımlıyor. 'Fırsat' Arapça, 'Şans' ise Fransızca kökenli sözcükler. Amacım bu iki sözcüğün dilbilimsel açıdan tahlilini yapmak değil. Fakat bu iki kelîmeyi hayata eşlemek için çıkış noktalarını bilmek gerekir. Yani kavramı elde tutmak. Zira soyut şeyleri ifade etmek çok yürek ister!..

Bir kişi için fırsat mı önceliklidir, şans mı daha elzemdir? Sanırım burada biraz durup düşünmek gerekiyor.
İnsanın önce şansı olmalı. Bu şans 'kendisinde' olmalı ama. Bunu da öncelikle kendine vermeli. Diyelim ki bir kişi hayatı boyunca hep üzülmüş, hüzün dolu sayfaların değişmeyen kalemi olmuş. Ve her birliktelikten –bu her türlü birliktelik olabilir- yenilgiyi sırtlanıp da ayrılmış. Diğer insanların da kendini üzeceğini düşünüp, hep bir savunma halinde geçirmiştir yaşamını. Tüm insanları ezilesi bir böcek olarak görmüştür. Bu fikriyatta olan kişi, "İnsanları gördükçe hayvanları daha da sevmeye başladım", "İnsanlar aslında ne çok hayvanlara benzer" v.b gibi sözlerle kendini toplumdan soyutlar ve bir yalnızlığa iter. Bu hayata karşı bir 'küsme' ve 'yeniliş'tir. 

Peki ne yapmalı da hayata dönmeli? 

Önce kendine bir fırsat tanıyıp, karşısındakine ya da karşısındakilere şans vermeli. Değil mi ki hayat paylaştıkça değer kazanır, mutluluklar çoğalır, hüzünlerse bir bir yok olur! Aslında bu denli düşünce krizine tutulmuş kişiler paylaşmanın tadını dahi unutmuşlardır. Eğer paylaşsalardı hayat onları kazanmaya çalışadursun, onlar daha önce hayatı kazanacaklardı. Bir insan nereye kadar kendini kapalı kapılar ardına gizleyebilir? Tüm insanî duygularını bir sandığın içine gömüp, anahtarını kırıp okyanusun dibine atma gafletinde bulunabilir. Eğer bizler toplumdaki bireyler için de varsak, bunu yapmaya pek hakkımız yok gibi. En azından uzun vadede... 

Bu kişilere kim yardımcı olabilir? 

Herhangi bir şey için en uygun zamanı kendisi oluşturmalı. Sonrasında ise mantıkla açıklanmayan bir takım rastlantısal olayların sebebi olan güç, yani 'şans' devreye girmeli. Yani bir olayın olabilirliği. Elbette mantıkla açıklanır bir yanı vardır bunun! Ancak derinlere inerek yazının ana hedefinden sapmak istemiyoruz… Önce bir fırsat, sonrasında ise bir şans. Ancak biri olmadan diğerinin olabilirliğinin mantıksal bir açıklamasını yapmamı beklemeyin benden. İkisi de birbirine muhtaçtır. Tek bildiğim bu. Bunu iş hayatına da uygulayabilirsiniz. Biz bir ilişkiler ağıyla ilintilendirdik. 

Velhâsıl, konu ne olursa olsun karşınızdakine şans verip kendinize fırsat tanımaz, kendinize fırsat tanıyıp karşınızdakine şans vermezseniz; hüzün dolu  trenin yolcuları arasında bir ömür boyu nereye gideceğinizi bilmeden camdan seyredersiniz hayatı. Hem de trenin nerede duracağını bile bilmeden. Makinist olmak istiyorsanız bazı riskleri de almak zorundasınız. Ancak o zaman görürsünüz trenin geride bıraktığı duman bulutlarını. Duraklayacağınız yerleri de siz belirlersiniz; eğer kendinize fırsat tanıyıp, karşınızdakilere şans verirseniz…

15 Şubat 2012 Çarşamba

Ben küçükken penceremden bulutlara bakardım…

Hepimiz masallarla büyüdük. Masal dinlemeyenimiz ya da okumayanımız yoktur. Hepimizin bir hikaye kitabı olmuştur; büyük büyük resimle kaplı. Hayatın gerçeklikleriyle yüzleştiğimiz andan itibaren –hayat ve gerçek neyse- bizi reel ve rasyonel düşünceye iten bazı nedenler oldu. Oysa bizler masalların devasa dünyası içinde kaybolup gittik. Ya da gerçekten gerçek olduğunu bildiğimiz şeyden kaçmak için 'masallar'a sığındık.

Evimizin balkonundan yahut terasından çamaşır mandallarıyla baloncuklar uçurduk. Hayallerimiz o kadar hafifti ki her yere gidebiliyordu sorgusuz sualsiz. Hep çocuksu yanımız kalsın istedik. –'İstedik diyorum, çünkü büyüdüğümüzde kendimizi çocuklar gibi kandırıp 'çocuk yanım' demeye utanmıyoruz-

Hep masal dinleyelim ama hayat bize acı vermesin. Hayat masal gibi olsun ancak mutlu bitsin. Bir kurbağayı öpüp prens yapmalı, kırmızı başlıklı kızı kurda yem etmemeli. Hansel ve Gratel'in evinin dış cephesi tatlı olsun fakat içi acıyla dolmasın. Mümkün mü? Belki ama gerçekçiyseniz nâmümkün.

Ne zaman gökyüzüne baksak bulutlara bir anlam verdik küçükken. Dürüst olalım, şimdi de veriyoruz. Ama gerçekçi olmak var ya beni mantıksız olmaktan alıkoyuyor. Mantıklı olan kişiler de masallardan kalan bulutlar üzerinden piyasa yapıyor. Kalan zaman milletten mantık bekleyen zevat, iş elinden hiçbirşey gelmeyen ölüme gelince bulutlara, göklere sığınıyor.
Bir yakını ya da bir sevdiği öldüğünde, "Kim bilir şimdi sen hangi buluttasın. Biliyorum, bulutların üstünde süzülüyor, keklik gibi sekip boşluk bulduğu yerden bize bakıyorsun" diyenler bana soğanın cücüğünü hatırlatır! Beni bulutlarla anmalarını istemem. Bulut hatırlanacak ve hep görülecek bir şey. Bir anlam ifade ediyor. Oysa ben anlamsızlığın anlamını bilmek istiyorum. Bana sonsuzluğu ifade etmiyor. Ben sonsuzluğu istiyorum. Bana hasret, acı, cefa lazım.

Bir kişinin öldükten sonra nasıl bir yere gittiğini duyuyoruz ancak görmüyoruz. Tasavvur edemiyor soğanın cücüğü! Ben hiç dedemi, babaannemi ve geride kalan tüm sevdiklerimi bulutlarda aramadım. Aradığım yer mezarlık ol(ur)du. Sadece toprak, çam kokusu ve suyun yek vücutken çıkardığı o esrar-ı esans bana sonsuzluğu hatırlatır.
Onların nereye gittiklerini ancak ben öldükten sonra göreceğim. Bu yazıyı okuyup vakti saati gelenler de görecekler ki nasıl bir yermiş orası. Masallar ile gerçeklik arasındaki keskin çizgiyi göremeyenlerin kelleleri vurulup boşluğa asılır. O zaman bir bulut gibi hafif olursunuz ancak. Öldükten sonra açık olan muhtelif noktalarımıza tıkanan pamukla karıştırmayalım bulutları lütfen…

27 Ocak 2012 Cuma

Kar Taneleri ve Melekler...

Her yer bembeyaz. Her yer saf ve temiz. Şimdi milyon adet kar tanesi yağıyor gökten. Daha önceleri de yağmur damlaları yağmıştı.
Ve en güzeli ne biliyor musunuz?
Her kar tanesini bir melek indiriyor usul usul şimdi. 
Her bir kar tanesini ve yağmur damlasını yeryüzüne indirmekle görevli bir melek var. 
Öyle çok ki bu meleklerin sayısı, bir kar tanesini ve bir yağmur damlasını yeryüzüyle buluşturan o meleğe kıyamete kadar bir daha hiç sıra gelmiyor!..

Yağmur damlası renksizdir, şeffaftır ve dahi temizdir. 
Kar ise bembeyazdır, o da temizdir. 
Ne güzel bir birlikteliktir bu. 
Anlayana ne güzel bir ibrettir. 
Mucize mi? 
Daha n’olsun… 
Yağmur ve kar’ın mikro boyuttaki şekillerine değinmiyorum bile. Binbir çeşitteler.
 
Peki, gökten inen yağmur damlaları ve kar tanelerine dikkat ettiniz mi hiç? 
Yağmur damlaları ve kar taneleri havada birbirleriyle hiç çarpışmazlar. Görünmez muntazam bir hat ile semâdan inerek toprakla gark olurlar. 
Her bir melek o nur tanelerinin yeryüzüyle buluşması için kusursuzca görevlidirler çünkü.

Bu güzelliği öğrendiğimden bu yana yağan her yağmur ve kar'da bunu düşünürüm. Her bir meleği haddim olmayarak hissetmeye, kalbimin en güzel yerinde duyumsamaya çalışırım. Tane tane içime yağdığının düşünü kurarım. Ve ruhumuzun da bir tane hafifliğinde göğe yükselmesi için dua ederim.

Bundan sonra yağan her yağmura, dört bir yanınızı bembeyaz saf bir örtüyle kaplayan kar’a bir de bu gözle nazar edin. 
Tefekkür eyleyin.
Ve huzur denilen o eşsiz sakinliği yaşamaya çalışın. 
Bir an bile olsa...