24 Temmuz 2012 Salı

Dün öldü, bugün can veriyor, yarın henüz doğmadı.*


Mübarek Ramazan-ı şerif geldi. Henüz başlarında olmamıza rağmen zaman su gibi akıp geçiyor. Umarız bu ayın rahmet ve bereketinden –yanlış iş ve davranışlara sapmadan- istifade edebilir, faydalanabiliriz. 

''Şaşkınlık içindesin, sendeki bu çile ne?
Eğer bin bilsen bile, gel danış bir bilene!''

Uzun zamandır böylesine bir istiğrak içinde olmamıştım. -Burada 'istiğrak' lâfzını 'derin düşünce nöbetleri' şeklinde kullanıyorum.- İstiğrak dediysem aşk-ı ilâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek anlaşılmasın...

Nerede (bizlere) o nimet, ele geçer mi acep
Eğer ister isen hulûs-i kalp ile, hidayet erişir elbet…

Umarız ve dileriz ki Mâsivâ'ya köle olmaktan kurtuluruz… Mühim olan kılçıklı olan bu yolda tam ortadan ilerlemek, yan yollara sapmamak, nakil üzere –aklın nerede kullanılacağı bellidir- hareket edip istikamet üzere yürümektir.

''Oku, elbet o güzel, birgün rû-nümâ olur,
muhabbetle okuyan mâsivâdan kurtulur.''
(İmâm-ı Rabbânî – Mektûbât)

Yüz farklı olayı tek gözle görmekten öte tek gözle yüz farklı olayı tahlil edip gözlemlemekte işin esası!..
Haddime değil ama sizleri bu mübarek ayda ön yargıdan kurtulmuş, objektif ve ezberlerinizi bozmuş bir şekilde olan biteni izlemenizi salık veriyorum. Dedim ya haddime değil...

Radyolarda o kadar olmasa da televizyonda iftar ve sahur programlarına dikkat edin. Eline neyini alan, defini kapan soluğu kamera karşısında alıyor. Hoca diye geçinen bazı zevat ise fıkıh ilminden çok hikâyeler anlatarak, ağlayarak sızlayarak, dizlerini döverek vakit geçiriyor. Hele bir de kendi çapınca hadis-i şeriflere atıf yapmadan Kur'an-ı Kerim tefsiri yapanlar var ki, onlara değinmiyorum bile. O da lazım mı? Elbette. Prof. Dr. rahmetli Orhan Karmış hocanın Tefsir programını hâlâ izler ve dinlerim. Ama önce bu mübarek ayda orucu bozan ve bozmayanlar, yapılacak ibadetler ve diğer meseleler sohbet tadında muteber kaynaklara dayanılarak anlatılsa daha bir faydalı olur. 
Odun ateş olmadan yanmaz! Altta akan neyli dümbelekli müzikle hikaye anlatanlar da var. Hoş hikayeler de yok değil. Bir nevi 'ahh ne kadar güzelmiş. Bak şimdi şu herif bunu yapıyor. Kendine dikkat etmiyor. Sen ne diyorsun. Nerede o eski insanlar…' diye iç geçirmek şöyle dursun, 'düşünce tecavüzüyle', leş, ölü eti yemeğe varan, kendimizi mübarek ilan ettiren hikayeler!.. İlmin temellerini bilmeden böylesine şeyleri –kılavuzsuz- dinlemek insanı, kâmil olmaktan öte zelil ilan ediyor. Uyanık olmak lazım.

Bir de ilâhi dedikleri şeyi –ilâhi müziksiz olur!- şarkı formatında piyasaya sürüp -hatta cover'larını yaparak- milletin parasını yiyenler var. Artık bunlar belli bir piyasa edinmiş durumda. Şirketleşmiş ve bu işi sanki bir "ibadet"mişçesine yapmaktadırlar. Hatta eline gitarı alan gençler, bizim dedelerimizin saf dillerinden süzülen o güzel ilâhileri 'ilâhi' olmaktan çok uzak bir şekilde okumak ne kelime, "çığırıyorlar." Bu da yetmiyormuş gibi remix yapıyorlar. İlâhi ve müzik, doğu ile batı gibidir. Hiç bal acı biberle süzülür mü!? Tahlili doğru yapmazsak neşteri yanlış yere vururuz. Bizi de ancak teneşir paklar!

''Ârife tarîf olmaz, sivri sinek saz gelir,
Gâfile söz nâfile, davul zurna az gelir.''

Bütün ön, arka, yan, alt, üst yargılarınızı bir kenara bırakın ve bakın. Saz, tambur, gitar, kanun, def, ney… gibi çeşitli müzik aletleriyle adeta pavyonvâri bir hava estiriyorlar. Sahur-iftar bahane, biz eğlencemize bakalım havasındalar!
Hele hele Esma-ül Hüsna'yı, o mübarek isimleri altta ney fonuyla canlı performans yapanları görünce… Yıllar önce bir büyüğüme "elimde çok iyi tasavvuf müzikleri var. Onları sisteme yükleyebilirim" demiştim. O esnada kendisi gazete okuyordu. Mütebessim bir yüz ifadesiyle –bak ben biliyorum gibilerinden değil de, doğrusu budur. Sana her şekilde bunu ispatlayabilirim şeklinde- "tasavvufun müziği olmaz!" demişti. Araştırınca doğru olanın öyle olduğunu anladım. O zamanlar bilmiyordum. Hâlâ çoğu şeyi bilmiyorum. Fakat en azından suyun geldiği boru temiz, su da temiz olunca şifâ hâsıl oluyor. Su temiz olup boru pis olsaydı, vay halimize.

''Herkes aynı metotla, yola gelmez, tavlanmaz,
Davul zurna çalarak dağda keklik avlanmaz.''

Bu işlerde nakli bırakıp aklı ön plana çıkarırsanız daha neler zuhur eder, varın siz düşünün. Yakında Türksat 3A'dan bir frekans tahsis edilip 'bundan sonra televizyondaki hocaya uyarak kılacaksınız' denilirse bunun sorumlusu hepimiz oluruz. Bunlara alet olunmamalı.

''Öyle kolay uyanmaz, ne söylesen gâfile,
Eğer nasibi yoksa, ne söylesen nafile.''

Beni derin bir düşünce buhranına sürükleyen bir başka mevzuya gelince…
Ramazan ayıyla birlikte –zaten önceden de yürürlükte! olan- çeşitli koroların ot gibi bitmesidir. Hem de çocuklardan kurulu korolar! Bunlar çalgılı sözlü sağa sola sallanıp şarkı söylüyorlar. Adına da ilâhi diyorlar.
Durdum… Baktım… Kapattım…
Sanırım doğru olanı yaptım. Uzun zamandır gördüğüm ama farkında olmayarak zaplayıp geçtiğim bu şeyin zifiri karanlığında boğulurken buldum kendimi. Planlı bir faaliyetin ürünleri olduğunu sizler de çok iyi bileceksiniz tüm bunların. Hollywood filmlerinde kilise korolarındaki o masum gibi görünen çocuklar –özellikle zenciler kullanılmıştır, bu da manidar- beynimize öylesine nakşedilmiş ki hiç sorup sorgulamadan, hiç düşünmeden, alıp yurdum malı gibi bağrımıza basıyoruz. Bu koroların özellikle nerelerde pazarlandığına ve sunulduğuna dikkat edin. İçten içe yapılmak istenileni görmek veya görmemek ellerimizde. Ancak uyanık olmak, yapılanları reformistliğe vurup bizleri aldatmaya çalışanların yaldızlı söz ve görüntülerine aldanmamak hepimizin boynunun borcudur. 'Adam sen de…'leri bırakıp 'böyle gelmiş böyle gitmez' deme zamanı. Biz yine olumlu düşünelim, pozitif söyleyelim 'yarın çok geç olabilir' değil, 'yarın çok geç olmadan' diyelim…

''Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana.''

***


* Yazının başlığındaki söz Bişr-i Hafi hazretlerine ait bir sözdür. Bişr-i Hafi, sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Horasan'ın Merv şehrinde ve Bağdât'ta yaşamış olan büyük velîlerdendir. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr'dır. Yalınayak gezdiği için "Hafî" lakabıyla bilinir. 'Bişr-i Hâfî' diye meşhûr olmuştur. 767 (H.150) senesinde Horasan'ın Merv şehrinde doğup, 841 (H.227) senesinde Bağdât'ta vefât etmiştir.  Kabri orada olup ziyâret yeridir.

13 Temmuz 2012 Cuma

Platon, idealar ve güzellik...


Platon, özü ya da ideayı değil görünüş dünyasını yansıttığını düşündüğü resmi ve edebiyatı küçümser. Çünkü ona göre sanatın kendisine konu edindiği (benzettiği, taklit ettiği) nesneler ideaların birer gölgesidir. Zira doğanın duyularla algılanabilir özelliklerini edilgin biçimde kopya etmek sanat için amaç olamaz. 

Platon geçici görüntü altında daim olan özün yakalanmasını ister. Nesneyi yansıtma (mimesis, taklit) aslına, yani nesnelerin ilk örnekleri olan idealara ne kadar uygun olursa sanat eseri o ölçüde "güzel" olur. 

Yani kısaca Platon'a göre bütün duyularla algılanabilir güzellikler, mut­lak ve akla dayanan güzelliğin yani güzellik ideasının yansımasından başka bir şey değildir...