20 Aralık 2011 Salı

Mesafe, Bulutlar ve Güneş...

Bazan bulutların arasına gizlenmek kaydıyla kendisini özletmeyi akıl eden güneşi daha fazla seviyorum şimdi.

Büyüklerime huzurun formülünü sorduğumda “mesafe” derlerdi hep. Mesafeli ilişkilerin daha saygı dolu olduğunu salık verirlerdi. Fakat nedendir sıcakkanlılığımız bu mesafeleri azalttı çoğu zaman. Elde ettiğimiz sonuçlar da hep pişmanlığa yakın oldu bu yüzden. İşte bu sebeptendir ki çok ama çok sevdiklerinizle dahi aranızda bir sınır –mesafe- olmalı. Ve karşınızdaki, o sınırı asla geçmemesi gerektiğini bilmeli… Bu bilgi bizlere, ‘söylenmemesi gerekenleri söylenmiş’ kılar bir anlamda. Düşünsenize, eğer insanlar her istediklerinde, ağızlarına geleni söyleselerdi o vakit saygı denem bi’şey kalmazdı. Dolayısıyla bunun sonucu olarak da çamur kıvamında sevgiler türerdi her yerde. Yüz göz olurdu taraflar. Ne demişler, “insan söyleyemediği sözün galibi, söylediği sözün mağlubudur.” İşte bu, unutulmaması lazım gelen şifrelerindendir hayatın; eğer bu konuda başarılı saymak istiyorsanız kendinizi. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bir özeleştiri diye de alabilirsiniz. “Kelin merhemi olsa kendine başına sürermiş.” Sanki bu atasözü benim için söylenmiş! Yazmaya ve konuşmaya başladığımda ahkâm kesmekte hiç ama hiç zorlanmıyorum ancak iş yaşamaya geldiğinde en basit kuralları bile hiçe sayıyorum. Ne hezeyan! Teori ile pratik arasındaki fark da bu. Öyle değil mi?

Bir derdi var bu yazının. Farkındasınız. Ve diyorsunuz belki de “ne anlatmaya çalışıyorsun?” diye. Hemen söyleyeyim. Güneşin gezegenimize biraz daha mesafeli durması yazdırdı bana bu satırları. Onu özlemek sanki sahip olmaktan daha güzel. Hatta en güzel şey. Ne acı, ne mutluluk, ne de başka bir duygu hasretin yerini alamaz. Kısaca bütün duyguların içinde en gizemlisi özlemdir; ‘O’na duyulan hasret. Aşktan bile daha gizlidir onun pırıltısı. Hissedilir sadece. Aynı anda hem yakar hem de sevdirir kendisini. Birisini özlemek hoştur. İnsan özlediğini abartır ve sevdiğine sahip olmadığı özellikleri yakıştırır. Yanınızda olsa sıkılacağınız kişiyi, belki uzaktayken daha erişilmez sayarsınız. Daha değerli. Belki de sırf bu yüzden suretini görmeyip sadece sesini duyduğunuz ya da yüzünü görüp sonra konuşmaya başlayan kişiyle bulunduğunuz ortamdan uzaklaşırsınız. Bir daha ne sesini duymak ne de görmek istersiniz. Bunun da tek bir formülü ve cevabı var. İnsanlar sahip olduklarını değil, sahip olmak istediklerini severler. Kendi hayal dünyalarında ürettikleri bir kahramana vurulurlar. Kavuşulduğunda ise gerçekler gün ışığına çıkar. Eğer sahip olduğunuz, gerçek aşk değil ise o zaman bitecektir. Çünkü hiçbir canlı, hayal kahramanı gibi yaşayamaz. Her insanın zaafları, eksikleri, hataları vardır. Kabul. Bunlarla birlikte “vurdun, kanıma girdin, kabulümsün” diyorsanız muhatabınızı o zaman seviyorsunuz demektir. Her olaya iyi tarafından bakmaya çalışmak lazım. Mutlaka iyi bir taraf vardır her daim. Mesele sadece onu görmek, istemektir. İstedikten sonra yapılamayacak hiçbir şey yoktur. İnanın. Tıpkı benim bugün güneşi sevişim gibi… Uzaktan, mesafeli, değerli ve biricik. Benim onu bütün yakıcılığıyla kabul etmem mümkün değil. Buna gücüm yok. Ama yokluğuna da tahammül edemem. Sırf bu yüzden araya usulca tül gibi çekiliveren bulutlara minnet borçluyum. Güneşi bana daha değerli kılıp özlettikleri için…

29 Kasım 2011 Salı

Attilâ İlhan şiirlerinde para, yoksulluk ve sefalet…

Şiirlerin vazgeçilmezi mutlak suretle aşk, dolayısıyla imkânsız aşklardır. Kimisi için hiç olmayan bir aşk bile (platonik vakalar) bu alana dahil edilebilir. Kimisi için ise her imkân vardır ama daha fazlasını istemesinden ötürü parasızlıktan yakınmaktadır. Hafif puslu bir bohem havayı da içine kattığınızda popüler şiirler arasına bile girebilir. 

Neredeyse tüm yazar ve şairler gibi Attilâ İlhan da şiirlerinde hep yoksulluk ve parasızlık, ötelenmişlik ve toplum arasında yalnızlığı kaleme almıştır. Bir şairi parçalarına ayırarak sadece tek bir yönünü ele almak biraz daha kolay gibi gözükse de o alanda derinlemesine bir araştırma yapmak zorundasınız. Biz Attilâ İlhan şiirlerinde para, yoksulluk ve sefaleti kısaca ele alacağız. Pek derin bir tahlile gerek kalmadan şairin şiirlerindeki akçasal endişelerine ve bu yüzden bir ulaşılamama, terk edilme, kovulma ve yakınmalarına ayna tutmaya çalışacağız anahtar kelimelerle…  

Attilâ İlhan, elbette böylesine bir yazıda ele alınacak hacimde değil. Ayrıca bu antolojik bir araştırma hiç değil. Bunun altını çizmek özellikle istiyorum. Sadece gözümüzden kaçan, okuyup farkına varamadığımız ve olağan bir şekilde okuduğumuz şiirleri biraz daha özümsemek gayesiyle bu yazıyı kaleme alıyorum. Öncelikle Attilâ İlhan şiirleri deyince karşımıza ne gibi tanımlamalar çıkıyor onlara bir bakalım… 

Paris Arrondissement'ları (ilçeleri), Kafelerde, Bistro’larda içilip yenilen adına pek âşina olmadığımız içecek veya sigara isimleri, meşhur bir şairden bir dize ya da şairin bizzat adı, Fransız fahişe imgesi için bir takım dişil adlar, Paris yağmuru ve bol yağmurluk ihtiva eden betimlemeler, sağda solda orada burada sizi birilerinin takip ettiği paranoyasıyla bir takım gizemli şahısların gölgeleri; paranoya, parasızlık, sefalet, yoksulluk, imkânsız aşk, puslu hava ve getirisi olarak bir takım kesici-delici aletler Attilâ İlhan şiirlerinde ön plana çıkan betimlemeler olarak gösterilebilir… Buradan yola çıkarak aşağıda örnekleriyle sunacağımız şiirler ile birazdan yazacaklarım konuyu daha da iyi anlamanıza yardımcı olacaktır.  

Bazı şairler gerçekten yoksuldu(r). Kimileri ise varlığın içinde bir yoksullukla(!) mücadele ediyordu(r). Attilâ İlhan’ın da varlıklı bir aileden geldiği herkesçe bilinmektedir. O da varlık içinde yokluğu yaşama/yaşatma gayretini ana gaye edinmiştir.  Attilâ İlhan’ın düşünce yapısı malumumuz olduğundan detaylı bir sunum yapma gereği duymuyorum… Dolayısıyla şair, yoksulluğu ve yoksulları ön plana çıkararak (hadi biraz daha ileri gidelim) bir nevi kullanarak sermaye karşıtlığı (parasal sistemle mücadele) yapmakta ve paranın hayatında yeri olmadığını göstermeye çalışmıştır. -Biraz uzun bir cümle olacak ama meyvenin özü tam da burada.- Fakat Attilâ İlhan, nedense bir türlü Paris’ten, Avrupa entelijansiyasının vazgeçemediği alışkanlıkları ve mekânlarından, otellerin odalarından, bar ve kafelerden, pahalı caddelerin pahalı meydanlarından vazgeçememiş, varlığın içinde duygu yoksulluğu ve mahrumiyeti çekmiş, kendine bu cefayı yazın dünyasına bir aktarım olarak bilinçli bir seçime dönüştürmeyi başarmıştır. Şairin şiirlerindeki maddi endişeler aslında dönemi ve düşünce yapısı itibariyle yerli yerinde başat bir aktör olarak kullanılmıştır… 

“Sisler Bulvarı”ndan geçerken bir mum ışığı çevresini nasıl aydınlatıyorsa, bu yazı da belleğimizin işlevini kaybetmiş hafıza odalarının kapısını çalmaktan başka bir amaç gütmemektedir. Şairin şiirlerini en çok okuyan ve seslendiren biri olarak bunları dile getirişim bir eleştiri değil, neyin ne olduğunu bilmemiz için bir köprü niteliğindedir…

İsterseniz Attilâ İlhan’ın şiirlerindeki para, yoksulluk, sefalet ve ötelenmişlik ile örülü şiirlerinden birkaç örnek vererek noktalayalım yazımızı…
***
- (...) emperyal oteli'nde üç gece kaldık
fazlasına paramız yetmiyordu
gözlerin gözlerimden gitmiyordu
dördüncü gece sokakta kaldık
karanlık bir türlü bitmiyordu
sirkeci garı'nda sabahladık
bilen bilmeyen bizi ayıpladı
halbuki kimlere kimlere başvurmadık
hiçbiri yüzümüze bakmıyordu
hiç kimse elimizden tutmuyordu
(Emperyal Oteli)


- (...) ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
(Pia)


- (...)bıçak parıltısıyla yalar sokağı
sarhoş bir fahişenin ağladığı
gözlerinde kahır birikmiştir
sevdiği itlerin farkına varmadığı
parasını yiyorlar allah bilir
(Işık Mezarlığı)


- (...) yıllar var ki serçeleri unutmuşum
kuruş kuruş beni vurmuş öldürmüşler
boşa çıkmış başkaldırmam sarhoşluğum
(Usturanın Ağzında)


- (...) Ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
Parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
(İstanbul Ağrısı)


- (...) bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
batan bu köhne şilebde ne işleri var
çünkü battım kasa boş ne para ne çek
çünkü bütün telefonlar ısrarla alacaklı
(Batan Bu Köhne Şileb)


- (...) hangi kız yüzüme baksa mutlaka parasızım
yıldız falımda yolculuk görünüyor
(Cinnet Çarşısı)

- (...) sen ne dersin İstanbul
sen garip bir şair olsan söyle ne halt edersin
kimin gücü yeterse kahretsin parasızlığı
sefalet akıyor gürül gürül sokaklardan
(Kirli Yüzlü Melekler)


- (...) yalnız akşam olsun dağınık olsun
ceplerinde bozuk bir bulut uğultusu
(Şubat Yolcusu)


- (...) hevesim olsa param olmuyor
param olsa hevesim
yaptıklarını affettim
(Ağustos Çıkmazı)

17 Kasım 2011 Perşembe

Simetri...


Sen sevebiliyor isen birisini;
bil ki sevildiğindendir.
Hiçbir sevgi tek taraflı değildir;
var ise sevdiğin biri...

2 Kasım 2011 Çarşamba

Şimdi uyan ya da sonsuza kadar uyu ey ruh...

Patika yoldan giderken hiç arkasına bakmamanın acısını konaklayacağı bu kayalıkta çekecekti. 
Bir kez olsun... 
Ah bir kez olsun dönüp ardınca gelenlere ilişseydi gözü, yoluna durmadan devam edebilirdi. 
Fakat durdu.
Hem de kayalıkların hemen altında. Yapmaması gereken şey, dikkat etmediği tek şeyin orada.  
Neden sonra izbe bir kuyunun etrafında dolandı. Anlamsız bakışlarla süzdü kuyunun çemberini. Eğilip bak(a)madı bir kez olsun aşağıya doğru. Ayakları, grimsi kuyu taşlarına bir adım uzaklıkta.
Sular geçip giderken ayaklarının altından gidemedi yine bu sefer. Bedeni ve gözleriyle birlikte çemberi bilmem kaçıncı kez turluyordu. Ardına hâlâ bak(a)madı. Kulaklarını baş parmağıyla tıkadığında çıkan sesi duyumsadı sadece zihninde. Kapadı gözlerini. 
Uğultu...
Kötü bir rüyaydı bu. 
Uyandığında altına tüküreceği bir yastığı da yoktu! 
Açtı gözlerini ve...
"Şimdi uyan ya da sonsuza kadar uyu ey ruh..."

17 Ekim 2011 Pazartesi

Ihlamur Çiçeği...

Ne geliyorsa sevdadan geliyor insanın başına. İyi ki geliyor. Gelmese bizim gideceğimiz hiç yok hanidir oralara. Durup öylece, pas tutmuş bir cümle kapının eşiğinde, gelip geçeni seyredeceğiz bize kalsa.

Ne geliyorsa insanın başına sevdadan geliyor. İnce belli bir bardağı kavrar gibi kavrıyorsun hayatı, hiç bırakmamacasına. Yosun tutmuş aşk âbidelerinin duvarlarını inadına kazıyorsun; tırnaklarını kıra kıra. Belki bu sefer, belki de bu taşın hemen ardındadır diyorsun bir tebessümün gizli kalmış sureti.
Kim bilir, demir perdelerin ardından çıkarıveriyorsun o hiç beklenmeyen güzelliği… Belki...
Kim bilir?

Ne geliyorsa geliyor işte insanın başına bir şekilde, hep sevdadan geliyor. Dur diyemiyorsun ki.
Gelene hiç git denir mi?
Dillendirebilir mi insan bu kalp sızısı yalnızlığı, lisan kâfi gelir mi anlatmaya seni?  
Her n’olursa olsun yazmalıyım şimdi.

Ihlamur Çiçekleri açar. Henüz ne Haziran ne Temmuz. Olsun. Kokusu geliyor yavaş yavaş uzaktan. Varamasak da o ağacın gölgesine, kokusuna hapsedersin bedenini.
Umulmadık anlarda kapın çalınması gibi bi’şey bu. Ve açıyorsun kilidini kapalı ellerinin; ellerim üstündeyken. Yine de yeniden sevebilirim diyorsun; herşeye rağmen.
Bir kalpte seksek oynamak gibi bi’şey bu. Bu karakışın tam da başlangıcında, boralar savururken bedenimizi, buz tutmuşken kainat, tutsak bedeninle çıkıyorsun yola. Ama için sımsıcak, ince belli bir bardağa bakır çaydanlıktan ıhlamur dökmek gibi bi’şey bu.
Ne gelirse insanın başına sevdadan geliyor. Ne merak ne de uyuşukluktan. Öyle ya da böyle, ne fark eder. Tohumu sen, suyu aşk, toprağı ben olduktan sonra, sev be arkadaş, sev! Sevda kokulu bir ıhlamur ağacının yazdan kalma esintisi varken koynunda…  

10 Ekim 2011 Pazartesi

Gitmedim Çocuğum...

Bir sarkaçtan farkım yok; sen yanımda değilsen.
Öylece sağa sola amaçsızca salınıyorum; 
gözlerin gözlerime bakmıyorsa.
Nefesin nefesim kokmuyor; dudaklarından uzaklaştıkça.
Biz zamanın boşluğundayız; sen varsan yanımda.
Gitmedim çocuğum.
Sadece bir adım gerindeyim.
Yine hafif ürpertilerine sebep, izini sürmekteyim...

28 Eylül 2011 Çarşamba

Varlığını bilmek, seninle her an olmaktan daha güzel şimdi...

Hani insan bazan ürker; sahip olduğu çoğu şeyin tek bir şey yüzünden elden kayıp gideceğine... Soğuk bir kış gecesinde üstünün açık kalması ve uykundan uyanınca hafif bir titremenin alması gibidir bu hâl. Sonra pikeyi ya da yorganı çekersin üstüne. Bir huzur kaplar içini, sığınmışsındır bir şekilde; az da olsa seni tam manasıyla ısıtamayacak bir bez parçasına. Boynuna kadar çekip örtmüşsündür yorganı, tüm gerçekleri örttüğün gibi... Kaybedeceğini bilirsin o sıcaklığı, soğuk bir kış sabahında. Ama örtersin işte. Bile bile lâdes demek, aslında körü körüne bazı sözcüklere sığınmak değil midir bir anlamda?..  

Belli bir zaman sonra da bunalırsın, sıcaklarsın, oflayıp puflayıp atarsın üstünden yorganı veyahut üzerine örttüğün bir nesneyi... Ne soğuk bir kış gecesi olmak, ne yakıcı bir yaza bürünmek ne de bunaltıcı bir yorgan olmak istedim bir insanın düşüncesinde ve teninde. İstediğim tek şey (...)
“İstediğim tek şey” belki de, bu üç noktanın devamı hiçbir zaman gelmeyecek gizinde saklıdır. Kim bilir?..

Bir varmış bir yokmuş demenin hep masallarda olduğuna inandırdılar bizi. Oysa öylesine hayatın içinden bir durum ki bu, aslında daldığımız o uykudan tam bilinç sahibi olduğumuz anda, üstümüz açıkken uyandığımızda geç olduğunun farkına vardık ne yazık ki… Geç oldu belki. Ama iyi ki bir şekilde oldu. Yoksa insan her duyduğuna ve gördüğüne inanır hale gelebilirdi; tüm gerçekleri örttüğü gibi yorganı da üstüne örterek...
Ve en önemlisi –en acıklısı- o gecenin sabahında yüzümüzü güneşe döndüğümüzde yalnız olarak sol ya da sağ yanımızın -ne fark eder- boşluğa düştüğünü görmek.. Kötü olsa gerek… "Bir varmış bir yokmuşlar" olmasaydı...
Peki hayatımızda "bir varmış bir yokmuş"çasına olanlar? Onlar, yahut daha doğrusu "o" iyi ki var… Yoksa tüm bunlar yazılmazdı gecenin bir vaktinde...
Kısaca…

Varlığını bilmek, seninle her an olmaktan daha güzel şimdi...

19 Eylül 2011 Pazartesi

Sonbahar...

Vızıldarken kulağımda esen rüzgarın sesi
Geldi yine sonbahar
Susmalı
Dinlemeli sadece bu eşsiz nefesi…

14 Ağustos 2011 Pazar

Ne git ne kal...


Ne kalman sevindirir
Ne gitmen üzer
Beni
Yalnız koymandır tek korkum…

Varlığın beşinci mevsimim
Yokluğun zemheri
Ateşim olur koynun
Kimsesiz rüzgarlarda
Kül olur savrulurum…

Ne gelmen sevindirir
Ne kalman üzer
Beni
Yalnız koymandır tek korkum…

28 Temmuz 2011 Perşembe

Yazma Zevki (Keşkesel Monolog)

Eğer yazdıklarınız yaşadıklarınıza bir set çekip ötekileştirmeye başladıysa geçmişi, gelecek tasavvurunuzda olaylar hep birer hayalden ibaret kalacaktır.

Ve belki de tek ‘keşke’niz, siz tüm bunları yaşar ve yazarken, size bunu yaptıran kuvvetin yanınızda olamayacak olmasıdır.
Hatta hiçbirini okuyamayacağına da birer ağıt yakıp bu döngüyü sabit –kısır- kılabilirsiniz.

Bu yazıyı okuyor ve zihninizin bir yerlerinde kıpraşmalar meydana gelmeye başladıysa, siz ‘o’ kuvvet değilsiniz.
İşte yazmanın zevki tam da bu noktada başlıyor…

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kısaca... Gitmek zor

Bırakıp gidemiyor insan onca şeyi
Ben gidemiyorum senden
Senin benden gittiğin gibi
Umarsızca
Kal demek gelmiyor içimden
Bu yüzden
Mesela
Vesaire
Ya da
Hep bir bağlaç oldun hayatımda
Koptuğu yerlerden ilmek atarak
Bağladın beni yokluğunla
Artık ne varsa senden geriye
Örüyorum bayağı kelimelerle
Şöyle
Böyle
Yahut
Hiç olmadı bari giderken ellerimden tut
Gidemiyor işte insan
Senin gittiğin gibi
Umursamaz davranamıyor
Bir meydan savaşının tam ortasında
Ne var ne yoksa
Anla
Tamla
Tanımla
Senden önce ve sonra
Kısaca
Gitmek zor geliyor insana…

22 Haziran 2011 Çarşamba

Hasret Köprüsü...


Bir hasret köprüsü kurulur şimdi şehrime
şehrinden bir yoldur bu bana
bir halat geçirilir bileklerime
sürünür giderim ardınca
sebepsiz
biliyorum
ne geldiyse başıma
sensizlikten geldi
ve şimdi
gidiyorum diyorsun ya
git
diyemem sana
kal diye
seslenmek varken peşinden
bir pişmanlık olup çıkıverir yola
tüm sözler
gözlerinin eşliğinde
bir ben kalırım yine
hep aynı yerde
durağan
bir ben
müstakil bir aşkın tapusu elimde
sevda ise bir ceset parçası sokaklarda
sensiz geçilecek yollara serilen
bir hasret köprüsüdür bu
kurulmaya devam eden şehrime
şehrinden bir hediyedir bu
hasrettir şimdi yollara döşenen
boynuma geçirdiğin de yağsız urgan
söyle ey sevgili
vuslat vakti midir yaklaşan

bildiğin ne varsa savur
ellerinde
sun bana şimdi
dur
olduğun yerde
dur
uzat kollarını
sarıl boynuma
yasla başını omzuma
dur
gitme
desem de
sen misin
an be an uzaklaşan
yoksa
sözlerimden öte bir saflık
bir beyazlık mıdır bu
anlayamadım
gözlerimi alıp kör kılan
sana bezenmiş güzellikte olan
sevgili
geldin mi
ölüm müdür bir tas içinde sunulan
bilemedim
vakti midir sende ölmenin şu an

kal
diyemem sana
git diye
haykırmak varken ardından
-yalan ey seygili yalan-
bir hasret köprüsü kurulur şimdi şehrine
şehrimden bir yol
bir hediyedir bu sana...