25 Şubat 2011 Cuma

Yorgunsal Bir Düşünürün Fikirsel Monologları!

Hiçbir zaman manevi bir olaydan maddi beklentim olmamıştır. Daha doğrusu madde üzerinden maneviyata ulaşmayı hiç düşün-e-medim. Ne bir anneler-babalar günü (tabiî tüm maddi özel günler) üzerinden ticari bir beklentim olmuştur, ne de kapitalist bir sistemin sosyolojik baskısı altında ezilip psikolojik bir tavır sergilemişimdir.


     Mesela şehitleri kullanarak bir mezar başında klip çekip göğe bak-a-mamış, Harbiye'de konser arasında yazdığım bazı şeyleri konserlere gelenlere oku-ya-mamış, cenazelerde yer kürenin ötesinde atmosferde yer tutmaktan başka bir işe yaramayan sloganlar at-a-mamışımdır.


     Eğer sanatçıysanız başka zamanlarda da eser ortaya koyabilmelisiniz. Ya da duygularınıza bir set çekip dalgaların dinmesinin bekleyip, gelgitlerin ardından 'yelkenler fora' deme cesaretini gösterebilmelisiniz. Baksanıza dünyanın kalbinde senaristler iyi çalışıyor. Hollywood yapımı olmasa da meyd in yûesey…*


     (Düşünsel bir faaliyetin ürünü olan fikirlerimi beyin süzgecimden geçirip, kelimeleri peş peşe dizip anlamlı bir bütün oluşturmaya çalışmamdan olsa gerek bu kadar uzun cümlelerin insanı sıkacağını göz önüne alarak, kendini edebiyatçıyım deyip ahkâm kesen, sonra da oturup dili dilime sokup midemi bulandıran zevat-ı şahaneler olmasaydı bunları yazmakta güçlük çekebilirdim!)
     Biliyorum uzun bir cümle oldu. Geçenlerde okuduğum birkaç kitapta öyle uzun cümleler vardı ki etkilenmemek elde değil. Uzun uzun cümleler kurup da nokta koymayanlardan korkun…


Solipsist değilim!
     Milleti 'embesil' yerine koyup, 'ben bilirim, halkı aydınlatmak bizim görevimiz. Halk karanlıkta. Onların Rönesans'ı, ışığı biziz' deme gafletine düşmediğim için kendimi şanslı hissediyorum. (Embesil: Eğitilebilir zekâ özürlülerine verilen genel addır.) Çünkü hiçbir zaman 'Solipsist' (tekbenci) ol-a-madım. Dünyayı kendimden teşekkül bir yer olarak görmedim. (Dünya duruyor asıl ben dönüyorum onun etrafında) Benim görevim sizleri aydınlatmak değil; öyle bir misyonu üstlenmek bile istemem. Kamuoyu dedikleri şey bile muamma. Şey işte! (Tanım ve kavramlar meselesine sonraki yazılarımızda değineceğiz.)


Amma Kamu ha!
     Bakın burada sizi aydınlata gafletine düşeyim. Kamu=Amme fakat Amme=Kamu olamıyor. 'Niye?' derseniz, benzerlik ve aynılığın sesdeş olmadıklarıyla başlayabilir, sofistlere kadar uzanabiliriz. Ama inanın ki meşhur 'Simurg' hikayesiyle noktalanır. Tanım ve kavramlar üzerinde bir uzlaşı ya da mutabakat -işte herneyse- sağlamaktan öte bir üstünlük kuramazsanız hep aydınlanlar tarafından aydınlatılırsınız. Yoksa aydınlatılmaya mahkum musunuz? Üzerime gelmeyin; 'solipsist değilim' dedim… Bakın Âşık Yûnus ne demiş:
"Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize…"



Elde patlayan bir şiir!
     Bizim de kendimizce yazdığımız bir şiirimiz vardı Mehmetçiklere. (Neden askerlerimize 'Mehmetçik' diye küçük bir ad vermişler onu da anlamış değilim. Anlayıveren varsa beri gelsin bir zahmet) Dalgaların dindiği, gelgitlerin sona erdiği bir zamandı; '18 ay nedir ki?' diye bir şiir yazmaya çalışmıştık. Askerlik 15 aya düşünce o şiir de elimizde patladı. Sağlık olsun. Henüz bir yerde yayınlanmadığı için şanslı bir şiir. Ufak bir düzeltmenin ardından sular durulduğunda yayınlanacak. Umarım bir Rönesans'a (Rönesans'ı burada bir 'patlama' olarak ele alıyorum) gerek kalmadan yeterince aydınlanmış ve aklanmışızdır!*
     Şey, yani nasıl desem bilmem ki, şöyle kelimeleri sündürmeden sakız gibi. Sadece bir soru; o kadar. 'Aydınlananların aydınlattığı kişileri kimin aydınlattığını aydınlatabilir misiniz?..'

Hiç yorum yok: