27 Ocak 2016 Çarşamba

Türkiye’de ve Dünya’da Teknokentler…

Teknokentler, bir üniversite bünyesinde, araştırma kurumlarının ve sanayi kuruluşlarının aynı ortam içerisinde araştırma, geliştirme ve inovasyon çalışmalarını sürdürdükleri, katma değerli ürünler ortaya çıkardıkları, birbirleri arasında bilgi ve teknoloji transferi gerçekleştirdikleri; akademik, ekonomik ve sosyal yapının bütünleştiği organize bir araştırma ve iş merkezleridir. Bilime, sanayiye, kalkınmaya ve teknolojiye dair ne ararsanız bu yapıların içinde bulabilirsiniz. 

Dünya’da kuruluş tarihleri elli yılı bulan Teknokentler, 1989 yılından itibaren Türkiye’de de kurulmaya başlanmış, günümüzde ise aktif Teknokent sayısı 40'a yaklaşmıştır. Teknokent ya da başka bir deyişle Teknoparkların bünyesindeki firmaların toplam ciroları 8 milyar lirayı aşmaktadır. Bu açıdan baktığımızda ekonomi ve kalkınmanın da bir lokomotifi konumunda bulunmaktadırlar. Türkiye'nin ilk Teknokenti olan ODTÜ Teknokent ise en fazla ihracat ve ciro yapan merkez… ODTÜ Teknokent’te, yıllık 260 milyon dolarlık ihracat gerçekleştiriliyor. Denizli’de ise Pamukkale Teknokent’in kurulması 2007 yılında onaylanmış ve 2010 yılında itibaren de ilk firmalarını kabul etmeye başlamıştır. Şu an 100’e yakın firma Pamukkale Teknokent’te faaliyet göstermekte olup hem Denizli’nin hem de Türkiye’nin kalkınması ve ekonomik gidişatına pozitif yönde fayda sağlamaya devam etmektedir.


İnovatif düşün, yenilikçi ol…

Teknokent’lerde yer alabilmek ve sunduğu imkanlardan yararlanmak için bir fikrinizin olması yeterli diyebiliriz. Kısaca Ar-Ge’nizi yapmalı, fikrinizi projelendirmeli ve bunu temellendirerek savunmasını yapmalısınız. Bu aşamaları geçtiğiniz takdirde bir iş yeri sahibi olmak ve teknoloji transferleri sağlamak hiç de zor değil. Mesela, teşvik noktasında, 4691 no’lu Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu ile Teknokent bünyesinde faaliyet gösteren girişimci firmalara, çeşitli alanlarda vergi ve KDV muafiyeti avantajı sağlanmaktadır. Böylece bu teşvikler aracılığıyla, “ileri teknoloji üreten ve kullanan, ülke ekonomisine daha yüksek katma değer ve istihdam sağlayan, uluslararası rekabet gücü yüksek firmaların oluşumu desteklenmektedir. Buna paralel olarak bölgede çalışan firmaların yazılım ve Ar-Ge faaliyetlerinden elde ettikleri kazançları; kurumlar vergisinden, bölgede çalışan araştırmacı, yazılımcı ve Ar-Ge personelinin bu görevleri ile ilgili ücretleri her türlü vergiden, Sigorta Primi Desteği olarak, ücreti gelir vergisinden istisna tutulmaktadır.

Bütün bu avantajlar ve sağlanan destekler elbette ülke sathında girişimci ruhun, teknolojik üretimin, buluş-patent sayısının artmasını da beraberinde getirmesi gerekiyor. Fakat bu konuya biraz yabancı kaldığımız için ya da “ne sütü içeyim ne de yoğurdu üfleyerek yiyeyim” mantığından kurtulamadığımızdan ilerleme sağlanamıyor. Bu durum da ister istemez ekonomik kalkınma ve buluş-patent ikilisinin düşük oranlarda gerçekleşmesine yol açıyor. Örnek verecek olursam; 2011 yılında Teknokentler’den çıkan patent sayısı 153, aynı yıl Japonya’da üniversitelerin ürettiği patent sayısı ise 197.594… TPE verilerine göre de 2014 yılında patent başvuru sayısı 4.857 olarak yer almaktadır. Hâlâ yeterli bir sayıya maalesef ulaşılamamıştır. Bu durum, tescil-tasdik sürelerinin uzun sürüyor olması ve Teknokentlerin ülkemizde ne denli bir buluş mekanı olduğunun henüz yeterince bilinmemesi ve merak edilmemesinden ileri geliyor… İlinizdeki Teknokentleri merak edip ziyaret ederseniz, en azından “burada neler oluyor, neler yapılıyor” diye bilgi alırsanız, girişimci ruhunuz ve fikriniz ‘hayat suyu’ ile yeşerecektir; buna emin olun.

Yatırımda kuşak çatışması mı?

Bir de Türkiye’deki iş hayatında genel olarak birinci kuşak sermayeyi koymuş, ikinci kuşak bu sermayeyi kaybetmemeye ve kendi çapında hacmini katı sınırlarla çizerek genişletmeye çalışmıştır. Üçüncü kuşak ise birinci ve ikinci kuşağa kendini ispat noktasında girişimci ruhunu, kazanım ve kârı yüksek yatırımlara yönlendirmeye çalışmaktadır. İkinci kuşak, ticari noktada muhafazakâr ve tutucu (geleneksel) bir iş modelini benimsediğinden, eldekini tutmaya ve ürün almaya-stoklamaya gitmiş ve “bir yardım-destek-teşvik-hibe varsa işin içinde mutlaka bir iş vardır. Kim kime yatırım için geri ödemesiz maddi aktarım yapar ki?..” düşüncesiyle aslında çoğu imkanı gözden kaçırmıştır.
Vakit, üzerimizdeki ölü toprağını silkeleme ve hedefe net bir şekilde kilitlenerek 2023 hedeflerine yönelme vaktidir. 
Unutmayın, yatırım sadece bir şirketin-firmanın yatırımı değil; ülkenin kalkınmasına, Ar-Ge’sine, bilim, sanayi ve teknolojisine yapılan katma değerli ve herkesin-her kesimin kazandığı bir sistemler bütünüdür. Büyük devlet ve ekonomisi güçlü devlet olmanın yolu da buradan geçmektedir. O yüzden şu sözümü hatırlatıyor ve not ediyorum: “Pazarola hayrola…”

30 Ocak 2015 Cuma

Bir Mübarek Cuma Namazı Anektodu

Cuma mübarek bir gündür. Hadis-i şeriflerde de buyruluyor ki:

"Cuma namazı kılmak; köle, kadın, çocuk, hasta hariç, her müslümana farzdır." (Ebu Davud, Hakim)

"Özürsüz üç Cumayı kılmayanın kalbi mühürlenir, yani iyilik yapamaz olur." (Hakim)

Fakat her mübarek Cuma günü içim içimi yer halde çıkıyorum camiden. Sebebi şu ki; son cemaat yerinde olanlar ne imamı görüyorlar ne cemaati. Hoparlörden gelen sesle namaz kılınıyor. E biz ne imamı görüyoruz ne de cemaati. Göreni de göremiyoruz. Çekmişler kapıyı, maksat içeridekiler üşümesin! Peh peh... 
Bu Cuma namazı oluyor mu şimdi? Sünnetten uzak ve bid'atlerle dolu... O zaman Diyanet versin bir frekans, versin bir link açalım evde kılalım namazlarımızı değil mi? Maksat sese hoparlöre uymaksa?!. Mantıksız mı? Olmadı, Kabe TV var, değil mi? Açalım tv'yi, uyalım televizyondaki hâzır olan suret-i imâmâ!!!

Camii cemaati ayrı mevzu. Hoca selamı vermeden, müezzin 'Allahüme entesselâm' demeden o boşlukta nasıl oluyor da aynı anda, sanki hoca yangın butonuna basmış gibi minibüse dalarcasına üşüşüyorlar kapıya. Zor kurtardım kendimi.

Üst katta olanların ise camii iç duvarlarına yazılı ayet-i kerimeler ve Hulefa-i Raşidin isimleri ayaklarının altında kalıyor.

Dostlar, siz söyleyin, ben mi Cumaya gitmemek için bahane arıyorum, uyuşukluk yapıyorum, yoksa bid'atlerle dolu, sünnet ehlinden uzak bir din hayatı mı yaşıyoruz?

Diyanet İşleri bu meseleye bir an önce el atmalı. Yoksa çocuklarımız radyolardan, televizyonlardan, web sitesinden bağlanarak îfâ edecekler ibadetlerini. Rabbim muhafaza eylesin. 
Âmin...


Haddimi aştıysam ve dahî sürç-i lisan ettiysem de affola. 
Hakkınızı helal ediniz.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Sağlık olsun TDK!..

Geçenlerde karha ile ilgili bir yazı okudum gazetede. Sağlık sayfasında o kadar çok bilgi vardı ki kazıma’nın nüfus artışını engelleyeceği söyleniyordu. Mide kanaması geçiren bir kişinin de kazurat’ı siyah olurmuş. Hemen bir hekime başvurmalıymış. Ayrıca ‘dobaz olursanız sakın kaşınmayın, doktora gidin’ diyordu bir uzman. Bir belirge geçirirsem hatrımda olsun bâri. Ya Paçavra Hastalığı’na tutulsam n’apacağız? Tanıtmalık olmadan da ilaç kullanamam ki ben. Ne alâka ise…  
***
Gecenin bir vakti açmışım televizyonu. Reklama denk geldim. Kılsızlaştırma’dan bahsediyordu; uygun bir fiyatla. Neden sonra aklıma geldi, kılkeser’im bitmiş. Uyuyakalmışım koltukta. Sabah erkenden uyandım, bakkala gittim. Kılkeser’imi aldım. Hem gitmişken kokugideren de alayım dedim. Hanım da evden çıkarken ‘kirgideren al’ diye tembih etmişti. Kalmamış evde de... Düzgüncü bir bayan ıtriyat reyonunda yüzyapım ile meşguldü. Garibime gitti. Yüzyapan bir kişi ne arar ki burada? Öyle durup dururken kafam çatlarcasına yarım baş ağrısı tuttu. Süregen bir belirge gerçi bu. Tepke olarak çökkünlük geçirdim dolayısıyla… Reyonda bunları düşünürken de üşümüşüm. Terletici’ye ihtiyaç duydum bi’an.
***
Eve geldiğimde televizyonu açtım. Yozlaşma’dan olacak hiçbir şey yoktu kanallarda. Bir belgesel vardı. Takıldım kaldım. Ölü açımı anlatılıyordu. Köprüleme-aşırtma geçiren kişilerin cesetleri vardı. Özellikle seçilmiş bunlar. Birisi de erdişi imiş! İki senede bir tambakım yaptırsaymış insan yaş dönümü geç olabilirmiş. Tambakım mühim! Bir de ölü açımı’nda bulaş savma işlemi önemliymiş. Tam bir özezer işi! Peklik oldum inanın izlerken.  
Neyse… Dün akşam işten çıktığımda hastaneye gittim. Kapanmasına on beş dakika vardı. Ararbulur’dan geçtim. Yayılgan bir halde daldım içeri. Âdeta yerel duyum yitimi olmuşçasına ayaklarım tutmuyordu. Hastaneleri oldum olası sevemedim zâti. Yarımca bebekler mi dersiniz, ışınetkin içeren ışıma aletleri mi… İvegen solunum yetmezliği çekenler, uyuşturum’dan uyuşa uyuşa çıkanlar, çöpteki şırıngalama’lar… Bir kızı da Âcil’e getirmişler; yelpik krizine tutulmuş yavrucak…
***
Sanırım gözlerimdeki akbasma yüzünden tüm bu yazdıklarım. Tutarık geçirir insan ve bir varsanım’dan öteye geçmeyecek düzeyde kalır cümlelerim…
***
Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından oluşturulan çalışma grubu, eczacılık terimlerine bulduğu karşılıklarla ilk Türkçe Eczacılık Sözlüğünü hazırladı. Yaklaşık 12 yılda hazırlanan ‘İlaç ve Eczacılık Terimleri Sözlüğü’nde, eczacılık terimlerine bulunan ilginç ve bir o kadar da garip karşılıkların yanı sıra halk diline yerleşen fakat bilimsel anlatımda yeri olmayan sözcüklere de yer verildi. TDK Başkanı, sözlüğün çalışma grubunda yer alan 11 öğretim üyesinin çabalarıyla hazırlandığını ve yaklaşık 12 yılda tamamlandığını söyledi. (!) 


Beni, yazarken peklik; sizi, okurken dobaz eden İşbu makale, TDK tarafından hazırlanan “Türkçe Eczacılık Sözlüğü” üzerine kaleme alınmıştır… Kalın siyah yazılı terimler, TDK’nın bulduğu karşılıklardır. Artık Türkçe çevirisi size kalmış dostlar...

24 Haziran 2014 Salı

"Havadan Sudan" sebeplerle "Su Savaşları"na hazır olun...

'Mavi Altın' için savaş tamtamları çalmaya başlıyor...


Küresel ısınma, kuraklık, seller, kar fırtınaları, âni mevsim değişiklikleri, buzulların erimesi. Hava sıcaklıklarının iki gün arasında on dereceye kadar artması veya düşmesi ve neticesinden su kıtlığı...

Ne derseniz deyin, bir felaketin eşiğinde olduğumuzu kimse yadsıyamaz. Türkiye, son yıların en kurak kışlarından birini yaşıyor. Hava sıcakları mevsim normallerinin üzerinde seyrederken, yağışlarsa yine mevsim normallerinin altında bulunuyor. 
Yurdumuz kışı, bahar havasında geçiredursun, küresel ölçekte 
yaşananlardan öte ülkemizdeki meteorolojik felaketlere bakacak olursak, bunun başını “su”çekmektedir. Su… Hayatın olmazsa olmazı. Önemini, çok basit bir misal olacak ama vücudumuzdaki yüzdelik orandan da -yüzde 70’ler civarında- anlayabiliriz. 

Uluslararası kulislerde suyun stratejik adı “Mavi Altın”dır!..

Peki su için birbirimizi öldürür müyüz? Kanlı savaşlar çıkar mı? “Bir bardak suda” boğulur muyuz?!



İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, böyle bir savaşın öngörülebilirliğine değinirken, Dr. İsmail Kapan, 2007’de çıkan “Suyun Stratejik Dalgaları” isimli kitabında böyle bir ihtimalden bahsetmiş ve  “Dünya’yı su savaşları mı bekliyor?” diye sormuştu.

Küresel Isınma (Global Warming) nedir diye soracak olursanız, sera gazı olan karbondioksitin salınımının artması dolayısıyla dünyanın ortalama sıcaklığının yükselmesi diyebiliriz. İşte bu artıştan sonra yaşadıklarımız ise iklim değişikliği oluyor. Tüm bu yaşananlar, kimi yerde aşırı sıcaklara, kimi yerde aşırı yağışlara, kimi yerdeyse aşırı kar yağışlarına sebep oluyor.

Şunu belirtelim. Dünyanın ve ülkemizin dört bir yanı yağış alacak ancak yağış görülen kesimler kuzey çevreleri olacak. Prof. Dr. Kadıoğlu da, sıcaklık arttıkça hidrolojik su çevriminin de hızlanacağını fakat yağışların kuzeye kayacağını söylüyor. Bu şu anlama gelmektedir. Küresel ısınma ile yağışlar azalmayacak ama yere düşüş şekli ve bölgesi değişecek! 

Bu da herşeyi açıklar nitelikte. Uzmanlar, “yağışın miktarının değil, rejiminin önemli” olduğunun altını çiziyor zira… 

Unutmayalım. Şu anda İstanbul, Bulgaristan sınırından Bolu’ya kadar bütün suları topluyor. Demek ki İstanbul’un su sıkıntısı var ve diğer havzalardan su getiriyor!

Kadıoğlu, “Dünyayı boş verin, Türkiye’de şehirler arasında su savaşları çıkacak. İstanbul, Edirne ve Kırklareli’nden su isteyecek ama orada da kuraklık olacağı için o şehrin halkı su vermek istemeyecek. Köyler arasında bile su kavgası çıkacak. İnsanlar diğer şehirlere giden su borularını kesecek!” ‘kehâneti’nde bulunuyor. Korkutucu değil mi? 

Kusura bakmayın ama buna hazırlıklı olmamız lazım. İklim değişikliği ve hava durumu su kıtlığında son bakılıp aranacak son sebeptir. Yanlış/yersiz arazi planlaması, sanayi bölgelerinin yanlış seçilmesi, su havzalarının yerleşime açılması ya da kirletilmesi su kıtlığının asıl sebebi olarak göstermekte Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu… 

Mesela, Sultanbeyli… Plansız programsız kocaman bir şehir adeta. Kadıoğlu, Sultanbeyli için “buraya yağan yağmur eskiden toprağa sızarak Ömerli Havzası’na gidiyordu. Şimdi çatılardan yollardan kanalizasyona akıp denize gidiyor” demekte… 

Meğerse ne kadar önemli imiş “havadan sudan” konuşmak! 

Bu deyimi kullanırken de “havadan sudan” sebeplere yormamak 

lazım kanımca…



Peki ülkeler/şehirler arası bir “su savaşı” çıkar mı?

Hatırlanacağı üzere Arap ülkeleri ve İsrail arasında defalarca su savaşı yaşandı. Hatta öyle ki, İsrail ile Suriye arasındaki savaş hâli günümüzde bile resmen sona ermiş değil. İki ülke arasındaki ihtilafın en önemli noktasıysa, su rezervleri açısından büyük öneme sahip “Golan Tepeleri” meselesi... İsrail, Golan Tepelerini geri verse dahi suyun kendisine kalmasında baskıcı bir tutum sergilemekte…

Ayrıca ABD istihbarat birimlerinin 2012’nin Mart ayında hazırladığı bir raporda da, dünyayı su savaşlarının beklediği, kuraklık, seller ve taze su eksikliğinin önümüzdeki yıllarda önemli bir küresel istikrarsızlık ve çatışmalara yol açacağı belirtilmişti. 
Gazeteci-Yazar Dr. İsmail Kapan’ın, “Suyun Stratejik Dalgaları” kitabı da işte bu açıdan çok önemli. Dr. Kapan’ın kitabından cımbızladığım alıntılarda şu hususlar çok önem arz etmektedir:

- Merkezi Washington'da bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi, 1986'da durup dururken, “Orta Doğu'nun Su Sorunu” başlıklı bir rapor yayınlar. Raporda, bölge
deki kuraklığın artacağı, nehir debilerinin azalacağı, günlük hayatta suyun petrolden daha değerli olacağı gibi araştırma sonuçlarına yer verilir ve bir de kehanette bulunulur: “Nil, Ürdün ve Fırat... Orta Doğu'da, gelecekteki bir savaş, mutlaka bu üç nehrin sularının paylaşılmasından çıkacak…

- (…) Enerji alanında petrolün alternatifleri çoktur. Oysa hayat kaynağımız olan suyun alternatifi bulunmamaktadır. Yani suyun yerine bir başka madde ikame edilmesi mümkün değildir!

- Ürdün eski Kralı Hüseyin’in şu beyanı dikkat çekicidir. “Hiçbir konu İsrail ile tekrar savaşa girmeye bizi zorlayamaz. Su hariç.” 

- BM eski Genel Sekreteri Butros Gali, Mısır’ın Dışişlerinden sorumlu Devlet Bakanlığı sırasında “Ortadoğu’da bundan sonraki savaş, politik nedenlerle değil, su yüzünden çıkacak” demiştir.

- İsrail eski Savunma Bakanı Moşe Dayan’ın 1974’de yaptığı şu açıklama da aynı konuda dikkat çekicidir. “İsrail için su o kadar önemlidir ki, biz 1967’de Araplarla savaşa biraz da su kaynaklarını kontrol altına alabilmek için girdik…”

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere evrensel boyutta su krizi giderek kaçınılmaz bir boyuttadır. Hatta bazı araştırma ve tahminlere göre, 2025 yılından itibaren üç milyardan fazla insanın su kıtlığı ile yüz yüze gelmesi kaçınılmaz olarak görülmektedir.

18 Mart 2014 Salı

Üzüme mi Sözüme mi?


Dilâ tahsîl edem dersen eğer zevk-i ilâhîden;
Nasîbini alur elbet giren Bâb-ı Hüdâyî’den!..
  

(Ey gönül! Eğer ilâhî zevki ve onun mahiyetini tatmak istersen, bil ki Hüdâyî Hazretleri’nin kapısından her içeri giren elbette nasibini alır...)

***
Aziz Mahmud Hüdai (Kuddise Sirruh) Hazretlerinin kabri şerifleri/türbesi...

***

"Üftade hazretleri, bir kış günü talebeleriyle dergâhta sohbet ederken, 'Taze üzüm olsa da yesek... Kim gidip Çekirge’deki bağdan üzüm toplar getirir?' buyurur. Mevsim kış, dışarıda diz boyu kar vardır. Talebeler, bu kışta, karda üzüm olmaz ki… Hocamıza bir şeyler oldu, istiğrak hali görüldü galiba, neyse birazdan geçer diye düşünürler. (İstiğrak, ilahî aşkla dünyayı unutup kendinden geçmek demektir.)

Bu arada, talebelerden Kadı Mahmud, 'Bunun bir hikmeti vardır, bizim için hocamızın sözü önemli' der. İzin isteyip Çekirge’deki bağa gider. Asmanın birini sarsar, karlar döküldüğünde, salkım salkım üzümleri görür, bu hocamın kerameti diyerek, bir sepet üzüm toplayıp dergâha döner. Yolda gelirken de bir çukura düşer. Boğazına kadar su dolu bir çukurdur. Civarda kimse yoktur. Sepet ıslanmasın diye yukarıda tutup, Cenab-ı Hakka yalvarırken, çukurun başından bir ses gelir, 'Ey Mahmud! Uzat elini de yukarı çekeyim' der. Başını kaldırdığında birinin kendisine gülümsediğini görür. Elini uzatır. Yukarı çıktığında, bir anda o kimseyi göremez olur. Yine sepeti omzuna alarak süratle dergâha gelir. Talebeler hayretler içinde üzümlere bakarken Üftade hazretleri, 'Evlatlarım, biliyorum, bu mevsimde üzüm olmaz. Maksadım üzüm değil, benim sözüme mi, yoksa üzüme mi kıymet verdiğinizi anlamaktı. Üzüme peki diyenler kaybederler, hiç üzüm bulamazlar. Sözümüze peki diyenler, bulsa da kazanırlar bulmasa da kazanırlar. Şunu unutmayın, dine hizmette, hocasına hizmette, çok sıkıntı olur. Arkadaşınızın çukura düşüp, Hızır’ın kurtarması gibi... Çile çoktur ama ecri de çoktur.'

Böylece Kadı Mahmud, hocasının sözüne kıymet verip, Kadı Mahmud iken Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri oldu."



Kaynak: Enver Ören ağabeyin, bir davet/yemekli toplantıda anlattığı menkıbeden alıntıdır…

28 Ocak 2014 Salı

Bedenin dili olur mu? İrfan Atasoy ile Beden Dili Üzerine...

Yabancı dil, işaret dili derken beden dili de önemli iletişim araçlarından biri. Hele ki oyunculuk eğitimi almayı düşünen bir meraklı iseniz yolunuz elbet bir gün beden dili ve diksiyona çıkacak. "Peki ama bedenin de dili olur mu canım?" diye soranlardansanız Uniact Studio eğitmenlerinden İrfan Atasoy ile yaptığımız söyleşiyi okumanızı öneririz.

***


Beden dili tam olarak nedir?

Beden dili dediğimizde aklımızda hemen şu belirmeli, "dilimin dışında konuşabilen bir vücudum var benim." Mantıkla örtüşmeyen bir şey gibi gelebilir bu size. Sadece kamera karşısında olan kişilerin değil, herkesin dikkat etmesi gereken bir mesele bu. Şöyle bir düşünün, okulda tahtaya kalktığımızda ya da bir önemli görüşmede vücudumuz kontrolümüzden kaç kez çıkmıştır kim bilir. Başımızın duruşu, ellerimizin şekli, ayaklarımız, gövdemiz… Rahatsızlığın tüm vücudumuza yayılmasını an be an hissederiz. Yani iletişimin sadece dil ile sözcüklerle olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. "Lisan-ı hâl, lisan-ı kâlden üstündür" demiş atalarımız. Ne demek bu? Aslında tam da sorduğunuz sorunun cevabı burada yatıyor. Hâl dili, yani duruşun, davranışın, hâl ve hareketlerin, söylediğin sözden üstündür. Sen ne dersen de, söze değil, hâline bakılır. Ve sözden daha tesirlidir beden dili. Oyunculuk açısından baktığımızda ise şunu net bir şekilde söyleyebilirim. İyi bir aktör/aktris eline-koluna hâkim olan ve onları kontrol edendir. İyi bir oyuncuyu ellerini nasıl kullandığı ve nereye koyduğuna bakarak anlayabilirsiniz. O kadar çok oyuncu var ki ne eline ne diline hâkim olabiliyor. Tutarsızlıklar silsilesi âdeta… Kısaca, bir oyuncunun ya da beden dili eğitimi alacak kişiye tavsiyem şu olur, "yaptığınız söylediğini tutsun, söylediğiniz yaptığını…"

Hemen hemen her oyunculuk eğitiminde beden dili ve diksiyona yer veriliyor. Beden dili ve diksiyon oyunculuk için neden bu kadar önemli?

Bir önceki soruya verdiğim cevabın devamı gibi olacak bu soruya vereceğim yanıt. Çok önemli. Hem de çok. William Shakespeare'in Hamlet oyununda "Oyuncular Tiradı" vardır. Neredeyse tüm oyunculuk temrinlerinde öğrenciler çalışır bu tirada. Ezberlerler ve defalarca hocalarının karşısında oynarlar. Herkes baksın. Ve lütfen Sabahattin Eyuboğlu çevirisi olsun. Çeviri ve ahenk açısından bunu tavsiye ediyorum. Hamlet şöyle seslenir tüm oyunculara o tiradında, "Verdiğim parçayı, ne olur, dediğim gibi, rahat, özentisiz söyle.  Çünkü birçok oyuncular gibi söz parlatmaya kalkacaksan, mısralarımı şehrin tellalına okuturum daha iyi.  Elini kolunu da havalara savurma öyle; ölçüsünde, tadında bırak her şeyi.  Yaptığın söylediğini tutsun, söylediğin yaptığını. (…)"  Yarım sayfa bir tirad bu. Kısaca bu şekilde anlatabilirim. Ve sanırım diksiyon, güzel konuşma ve beden dilini bundan daha iyi anlatan bir şey yoktur. 16. Yüzyılda söylenmiş bu sözler. Günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor.

Bu konularda alınan eğitimler oyunculuk dışında hangi alanlarda faydalıdır? Örneğin, bu gibi eğitimlere katılmanın günlük hayatımızdaki yansımaları neler olabilir?

 Bu anlattıklarım sadece oyunculuk ya da kamera karşısında geçerli değil. Hayatımızın her alanını kapsıyor. İnsan, sosyal bir varlıktır. Devamlı iletişim halindedir. Ailesiyle, arkadaşlarıyla, okuldaki öğretmen ve hocalarıyla… Pazarda dahi bu böyledir. Alışveriş yaparken bile iletişim halindeyiz hep birileriyle. Bir ürün alırken o kişinin sözlerinden çok davranışlarına bakarız değil mi? Sözlerinden öte bedeninin dili, hareketleri önemlidir bizim için. Zira insanın ilk iletişime girdiği alan görseldir. Sonra sözel ve işitsel alan. Herkes kendisinin güven veren biri olarak algılanmasını ister. Ve konuşma. Görsel beden algısından sonra elbette sözler önem taşır. Güzel bir konuşma her zaman ilgi çeker ve dinlenilir kılar insanı. Güzel, tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır. Hakikaten öyle. Kelîmeleri doğru telaffuz etmek, sözcük haznesinin geniş olması ve düzgün bir konuşma sizi diğer insanlardan ayrıcalıklı kılacaktır.

Diksiyon eğitiminden neler beklemeliyiz?

Diksiyon, yani güzel konuşmadan beklentilerimizi, kullanacağımız bağlama göre değerlendirebiliriz. Kimisi bu işe gönül vermiştir. İletişim alanında faaliyet göstermek istiyordur. Kimisi oyuncu olmak. Kimisi işadamı/işkadınıdır. Diksiyon bilgisine sahip olmak sizi herkesin önünde görünmeyen bir şekilde hep bir adım önde tutacaktır. Diksiyon eğitiminden beklentileri bizler genelde sınıflarımızda katılımcılarımızın taleplerine göre şekillendiriyoruz. Ve o şekilde eğitimimizi sürdürüyoruz. Öğrencilerimizle birebir ilgilenip bu konuda yetkin insanlar haline getiriyoruz. Hayatının her alanında diksiyonun faydasını görmelerini sağlıyoruz.
 
Sizin bir de sunuculuk ve spikerlik geçmişiniz var. Bu alanlarda meslek edinmek isteyenler nereden başlamalılar?

Halen de devam ediyor bu işlerim. Herşeyin başı okumak. İlla okumak. Okumazsan konuşamazsın. Konuşursun ama pek dinleyenin olmaz… Ben kendimi bildim bileli okuyorum. Gerek kitap gerekse okul bağlamında. Öğrencilik hayatım hiç bitmedi. Bitmesini de hiç istemem. Beşikten mezara kadar demişler, öyle değil mi? Elektronik'ten sözel alana geçiş yaptığımdan bu yana kurslar, yarı zamanlı konservatuvar eğitiminin yanı sıra Halkla İlişkiler, İletişim Tasarımı Sinema-TV oyunculuğu ve Türk Edebiyatı yandal mezuniyetlerim var… Şu an Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Tasarımı Ana Bilim Dalı'nda yüksek lisans eğitimim devam ediyor. Ayrıca Felsefe lisansta ikinci sınıfa geçtim. Bunun dışında çeşitli kongrelere katılıp alanıma dair sunumlar yapıyorum. Bazı üniversitelere konuk öğretim görevlisi olarak gidip deneyimlerini paylaşıp ders veriyorum. Ulusal ve uluslararası tüm etkinlikleri mutlaka takip ederim. Her organizasyonda bulunmaya çalışıyorum. İstanbul Tasarım Bienali vardı. Uluslararası bir sanat etkinliği. Burada kusurluluk ile alâkalı bir performansım sergilendi 2012 senesinde, Kaosun Cazibesi adıyla. Güzeldi. Öğrendiklerim de zâyî olmasın diye Uniact Studio'da paylaşımlarda bulunuyorum. Bir öğretmen-öğrenci üslubuyla değil de sanki sohbet edermişçesine. Gelirlerse bekleriz. Güzel paylaşımlarımız oluyor… Bu arada da, unutmadan,www.atasoyirfan.com adresinden de yazılarımı yayınlıyorum.
 
Uniact Studio'daki Diksiyon eğitiminde öğrencilerinize ilk neleri öğütlüyorsunuz?

Öğrencilerimle öncelikle kısa bir sohbet ederim. Hedeflerini öğrenmeye çalışırım. Aslında bizim işimiz biraz da rahatlatıcı seanslar gibi geçer. Yani şöyle açıklayayım, kendinin farkında olmasını sağlamalısınız öğrencinin. Amaçları nelerdir, neden şu an sınıfta, hangi etkenler onu buraya getirdi gibi… Bu iş çok kolay derim. Herkes yapabilir. Asıl zorluk da burada başlar. Zoru geçen kolaya ulaşır. Kolaylık da sabırdan geçer. Ancak kabiliyeti olanlar bir adım öndedir. Okumaktan öte yazmak ve yazdığını sadeleştirip ezbere sanki o an anlatırmışçasına, irticalen, doğaçlama konuşma yapıyormuşçasına gerçekleştirmeleri gerekir. Güzel konuşmak bazan insanı sıkar. Şaşırmayın. Hakikaten öyle… Ama güzel konuşmaya hitâbeti katarsanız, jest ve mimiklerle, yani beden diliyle birlikte dinleyiciyi bunaltmadan saatlerce kendinizi dinlettirebilirsiniz. Oku, düşün, yaz, konuş… Aşamalarımız bunlar.  
 
Eğitiminizle ilgili olarak televizyonda ve radyoda sizi rahatsız eden Türkçe ve dil bilgiisi hataları var mı, en çok neler dikkatinizi çekiyor?

Nereden başlamamı istersiniz. Ekmeğimizi buradan yiyoruz desem yeridir… Şaka bir yana, hakikaten bu konudan en muzdarip olanların başındayım. Dil konusunda çok hassasım. Dolambaçlı, ağdalı anlatımlardan, kişilerin anlamadığı dilden yazıp konuşanlardan, deyim hataları ve söylemlerinden bıktım. Şimdi "Şırnak'ın derken yazıldığı gibi okuyacaksınız", "Şırnağın" değil ya da "Cemil Çiçek'in" derken "Cemil Çiçeğin" demenizde bir mahzur yoktur demeyeceğim. "İletişimin tamamlanması" tezim var. Hep bunu anlatıyorum. Yani benim mesajımı alıcı, anlamı bozulmadan alıyorsa "Şırnak'ın" derken de "Şırnağın" derken de o ilden bahsettiğimi anlıyorsa mesele yoktur. Mesaj alıcıya ulaşmıştır. Mesele kulağa hoş gelmesi, ses ahengidir. Tabii ki istisnalar var. Onlara değinmiyorum. Bu işte bu kadar kasıntı olmamak lazım. Bunlar hata değil. Fakat bu işin duayenleri dediğimiz kişiler kendi statükolarını devam ettirebilmek adına bize devamlı tabu gibi kelimelerin nasıl söylenmesi gerektiğini, âri Türkçe kullanılmasını gerektiğini dikte ettiler. Şapkaların kalktığını söyleyenler bile oldu. Hatırlarsınız, "Karımızı sizinle paylaşıyoruz" diye reklamlar vardı. "Karlı işler…" Yağmurlusu da var mı? Neyse, maalesef bu böyle. Bırakın benim kuşağımın, sadece bir kesimin anlayacağı takunya sesli kelimeleri haberlere soktular. Tuttu mu? Tutmadı. Zira dinleyici ve izleyici her daim kontrolördür bizler için. Aldatamazsınız. Direkt ikaz eder, yakalar. Misal, son zamanlarda yakaladığım kullanım ve söylem hatalarını aktarayım size: "Bilinmeyen sır, Beklenmeyen kaza, KPSS sınavı, Geri iade, Servis hizmeti, Full dolu, İlk başlangıç/tanışma, Boşuna israf, Arka fon, Nüans farkı, Yanlış hata…" ‘Beklenmeyen kaza' diye bir yazı dahi yazdım. "Dâhi" değil, "dahi" bu arada!.. Uniact Studio'da sadece diksiyon ve güzel konuşma değil, dil bilgisi aktarımlarım da olduğundan öğrencilerim bu açıdan da şanslılar…

İrfan Atasoy kimdir?

İstanbul'da doğdu. 2000 yılında bölgesel bir radyoda yayıncılık hayatına adım atıp kültür-sanat, şiir ve edebiyat programları yaptı.
2001 yılında TGRT FM'e transfer oldu. Çeşitli programlarda prodüktörlük, sunuculuk ve yönetmenlik görevlerinde bulundu. Ayrıca 2003 yılında Haber Merkezi'ne terfi ederek 17:00 ve 19:00 ana haber ile saat 22:00'de yayınlanan Günün Ardından haber programıyla sektörde önemli bir yer edindi. 2006 yılından itibaren ise ana haber bülteni hazırlaması ve sunumunu yaptı. Hâlihazırda TGRT FM'de hafta içi sabah kuşağında Merhaba Türkiye programını hazırlayıp sunmakta ve Haber Merkezi'nde editör-spiker olarak görevine devam etmektedir. Bu arada TGRT FM Drama Birimi'nde Radyo Tiyatroları ve Arkası Yarın'larda görev almayı sürdürmektedir.

İrfan Atasoy, 2001-2003 yılları arasında İ.B.B Gösteri Sanatları Merkezi'nde Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatroları ve konusunda söz sahibi oyuncu ve yönetmenlerden oyunculuk, 2003 yılında ise Kuşdili Eğitim Merkezi'nde Diksiyon-Spikerlik-Sunuculuk eğitimi aldı.

2005 yılında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü'nden mezun olup aynı yıl İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi İletişim Tasarımı (Sinema-Tv Oyunculuğu) bölümüne girdi. 2009 yılında İletişim Tasarımı'ndan iyi dereceyle mezun oldu.

Aynı üniversitede Fen ve Edebiyat Fakültesi Türk Edebiyatı alanında da Yandal yaptı. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Tasarımı Ana Bilim Dalı'nda Yüksek Lisans eğitimini sürdürmekte ve Anadolu Üniversitesi'nde de Felsefe Bölümü'nde eğitimine devam etmektedir. Birçok etkinlikte konuşmacı ve Üniversiteler'de konuk eğitmen olarak ağırlanan Atasoy, akademik alanda ulusal ve uluslararası kongre ve konferanslarda da bildiriler yayınlayıp sunumlar yapmaktadır. İrfan Atasoy, günümüz dünyasında "postmodern eğilimler ve problemleri" üzerinde çalışmalarına devam etmektedir.
2001 yılından bu yana birçok tiyatro oyununda rol alıp çeşitli oyunlarda rejisörlük yapan Atasoy, tiyatro çalışmalarının yanı sıra kısa filmlerde de görev almaktadır. Son olarak Kanal D'de yayınlanan "Ceza Mahkemesi" adlı sitcom ile polisiye dizi "Gece Gündüz"de rol almıştır.

İrfan Atasoy'un sinema, dizi, tiyatro ve radyo-televizyon programları üzerine projeleri sürüyor. Kongreler, açılışlar, fuarlar ve panellerde sunuculuk ile birlikte Türkiye çapında tanınan bir Voiceover da olan İrfan Atasoy, belgesel, tanıtım filmi, reklam ve televizyon programlarına sesiyle hayat verip dublaj yapmaktadır.
Ayrıca Uniact Studio kadrosunda Beden Dili ve Diksiyon eğitmeni olarak yer almaktadır.

***

(28.01.2014 tarihli meraklisiicin.com sitesine verdiğim röportajdan...)

Kaynak: https://www.meraklisiicin.com/blog/bedenin-dili-olur-mu-irfan-atasoy-ile-beden-dili-uzerine-bir-soylesi

30 Aralık 2013 Pazartesi

Noel ve Noel Baba Gerçeği...

"Noel, Noel Baba, Christmas, Yılbaşı..." 

Gerçekten ne olduğunu biliyor muyuz? 

Mîlâdî yılbaşı, Hristiyan olmayan başka birçok ülke gibi bizim ülkemizde de, Hristiyan batı ülkelerindeki gibi karşılanıyor ve 'bizden'miş gibi kutlanıyor. Peki bu doğru mu? Her yıl yeni mîlâdi sene yaklaşırken notlarımı karıştırır, konuyla ilgili neler yazılmış bakarım. Bu sene de araştırdım ettim. 

     Milâdî yılbaşı, Hristiyan alemince (ulü'l-azm bir peygamber olan) Hazreti İsa'nın doğum yıldönümü olarak biliniyor. Böyle bir yıldönümü için tercih edilen, sergilenen etkinlikler, davranışlar hiçbir şekilde bir peygamberin saygınlığı ile bağdaşmıyor. Çünkü bu etkinlikler, yılbaşı dolayısıyla içine girilen bu psikoloji; yeni bir yılı idrak etme sebebiyle gülmek, eğlenmek; beklentilerin gerçekleşmesini ümit etmek; ziyaretler yapmak, hediye alıp vermek gibi masum duygu ve çabaları çok aşıyor. Ölçüsüz ve sınırsız alkol tüketildiği, kumar tutkusunun zirveleri aştığı, bunlara bağlı, bunların sonucu olan olumsuzlukların zirvelere çıktığı bir zamanı tasvir ediyor. Günümüzde yılbaşı dolayısıyla yaşanan bu olumsuzlukları eleştirmek, "gericilikle", "çağdışılıkla" yaftalanmayı göze almayı gerektiriyor. Konuyla ilgili uzun uzadıya yazı yazmak yerine iki önemli Türk münevverinden iki güzel kaynak buldum. Bunlardan biri yazar ve devlet adamı, eski Millî Eğitim Bakanlarımızdan Hasan Âli Yücel; diğeri şair, yazar, öğretmen -bayrak şairimiz- Arif Nihat Asya'dır. Bu iki Türk aydınının Noel ve Yılbaşı yazılarını güzelce tasnif ederek aşağıda sizlerle paylaşıyorum...
   
                                              ***

Not: Hasan Âli Yücel'in "Noel ve Yılbaşı" 1940'larda, Arif Nihat Asya'nın "Noel Baba"1960'larda kaleme alınmıştır. Güncelliğini hâlen koruyan bu iki yazıyı sizlerin dikkatine sunuyor ve takdirinize bırakıyorum...

                                              ***

NOEL VE YILBAŞI - (Hasan Âli Yücel)

Hemen bütün dünyanın kullandığı mîlâdî tarih, bundan birkaç yıl önce, tamamıyla pratik hayat bakımından kabul edildikten sonra, kânunusaninin (Ocak ayının) biri, hafızalarımızda iz tutan bir gün olmaya başladı. Şehirlerimizde birçok aileler, yeni yılı kutlamak için evlerde, dışarıda güzel toplanmalar yapıyorlar. Yiyerek, içerek, gülerek, eğlenerek hayatlarının bir senesini bitirip yeni yıla giriyorlar.

Bu eğlencelerin, ne Hazreti İsa ile, onun doğuşu ile, ne de Noel baba ile hiçbir alâka ve münasebeti yoktur. Bunlar, sadece yeni yıla neşeli girme arzusuyla ve eski yılın aynı şekilde geçirilmesi dolayısıyla yapılmış birer eğlenceden başka bir şey değildir. Yılbaşının Türkün layık ruhunda kendi geçirdiği bir yılın geçireceği bir yıla girişinden başka hiçbir manası olamaz. 
Gazetelerde bazı müesseselerimizin yaptıkları çocuk müsamerelerinde Noel babayı, başında kürklü külahı, sırtında gocuğu, elinde değneğiyle temsil ettiklerini gördüm. Bizim an'anelerimizde Noel baba diye bir şahsiyet bilmiyorum. En eski bir tarihin sahibi olmakla beraber, Türk'ün her yılı, bir evvelkinden daha genç olarak Türk yavrusunun hayaline girmelidir. Kamburu çıkmış, soğuktan donmamak için deriden elbiseler giymiş, süpürge sakallı semboller bizde yoktur. Bizim 'Ay Dede'miz ne kadar güler yüzlüdür; neşesinden yanakları elma gibi tortop olmuş, onun kadar taze ve canlıdır. Biz böyle tanıdık çehreler isteriz ve çocuklarımızın böyle güler yüzler görmeye alıştırılmasını bekleriz.
Esasen Avrupalılar, Hazreti İsa'nın doğumunu, doğduğundan dört asır sonra kutlamaya başladıkları zaman, mahiyeti tamamıyla dinî olan bu törene kendi an'anelerini sokmaktan geri durmamışlardır. Noel babanın giyinişi, soğuk ülkelerin, karlı buzlu diyarların hatırasını taşır. Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde kürke ihtiyaç olabilir miydi? Eğer dediğimiz gibi, putperest an'aneler bu işe karışmasaydı, Noel ağacı, zeytinden olmalı idi. Noel baba ve onun telli pullu ağacı, bir cenuplu (güneyli) hayalinin mahsulü değildir, ancak bir şimallinin (kuzeylinin) ortaya çıkardığı sembol olabilir.
Halbuki Türk muhayyilesi (hayal gücü) böyle şeylere alışık değildir. Türk gerçekçidir. Hayallerinde bile hakikat gizlenir. Uydurma şeylere inanma alışkanlığı onda yoktur. Her şeyi olduğu gibi görür ve öyle görmek ister. Onun bu alışkanlığını bozacak her şey yanlıştır, fenadır. Türk çocuğuna şeker, oyuncak ve yemiş getiren, Noel baba değil, kendi öz babasıdır. Onun doğru bildiği şeyi yanlış öğretmeye kalkamayız.

                                             ***

NOEL BABA - (Arif Nihat Asya) 

-Yılbaşı neyimiz olur? diye soruyorum. Fakat,
-29 Ekim'imiz midir, 30 Ağustos'umuz mudur, Şeker Bayramı'mız mı, Kandilimiz mi, Kurban Bayramı'mız mı? diye sual açmak da yersiz olmazdı.
Biz muharremlerle, martlarla başlayan yıllar da biliriz... ki, hiçbiri böyle şımarıklıkla, böyle ayyaşlıkla, böyle kumarbazlıkla açılmazdı. Hepsi efendi yıllardı.
Memleketimize, herhalde, Beyoğlu'ndan giren, Haliç'i atlayarak Fatih'lere, Aksaray'lara, sonra Rumeli'ye ve Boğaz'ı aşarak önce Kadıköy'lere, Moda'lara ve sonra Üsküdar'lara ve oradan Anadolu'ya geçen bu bunak neyimiz olur: Babamız mı, dedemiz mi, amcamız mı, yoksa Avrupalılıktan pirimiz mi?
İstanbul'un Tepebaşı'ndan Adana'nın Tepebağı'na kadar her yeri bilen, her yere uğrayan bu moruk kimdir, necidir?
Bir resmine bakarsanız Havarilere, öteki resmine bakarsanız Rasputin'e benzeyen bu iskambil papazı, aramızda nenin nesidir... bunu hiç merak ettiniz mi?
Siz bırakın da ben söyleyeyim onun kim olduğunu: O Haçlı Seferlerinden kalma bir kılınç artığıdır. O zaman silahla giremediği yerlere, şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak girebiliyor.
O evimize girerken eşeğini kapımızın halkasına bağlayan bir Piyer Lermit'tir... Kardeşlerini Mukaddes savaşa hazırlamaktan geliyor.

(Piyer Lermit: [1050-1115] Fransız dini kişiliği. Hıristiyanları, Müslümanlara karşı -Haçlı Seferlerine- savaşa sürükleyen Fransız vaiz. Kaynak: Vikipedia)

O, adıyla sanıyla bir misyonerdir ki, şu memlekette ocağına incir dikildikten sonra, kılığını değiştirmiş... ve bizi avlamaya, kucağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan; çocuklarımızdan başlamıştır.
Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz, fedakârlığının sebebini düşünmediniz mi?
Bırakın onun hakkından ben gelirim: İşte sakalını çekince gördünüz... sakalı elimde kaldı ve altından Lüsifer çıktı.

(Lucifer: Hıristiyan inanışında genellikle şeytanı tasvir etmek için kullanılan isimdir. Kaynak: Vikipedia)

Bilirsiniz ki casuslar da kıyafetlerini ekseriya böyle değiştirirler.
Bu, mezar beğenmeyen hortlağa ya mezarını gösterin, yahut bırakın: Haç'ında çarmıha gereyim onu.
Tehlikeyi sezer de kendiliğinden gitmeye kalkarsa çıkarken ceplerini yoklamayı unutmayınız: Muhakkak bir şeyimizi çalmıştır!


15 Ekim 2013 Salı

Bu bir "Kurban Bayramı" yazısıdır. "Ne verdinse odur dahî nemiz var..."

Acaba yaşımız ilerledikçe geçmişi daha mı çok arar olduk? Yoksa geçmişteki hasletleri şimdi, sözümona, gözardı ettiğimizden mi bu hale geldik?

Her bayram olmasa da manevi bütün günlerde bunu düşünürüm. 'İnsanda hayallerin yerini hatıralar almaya başladıysa yaşlılık başlamış demektir' diye bir söz var. Oysa ben bu hatıralarla doğdum. Bu hatıralarla yaşadım ve bu hatıralarla sürdürüyorum hayatımı. Beni mutlu kılan şeylerdir bunlar; içimi ferahlatan, beni benden alan...

Bayramların havası bir başkadır. Yemek yemeyi sevdiğimden ötürü biraz buna değinmek istiyorum.

Bayram öncesi açılan baklavalar, baklavanın fırında pişmesi ve o güzelim hamurun hafif yanık kokusu ne enfestir! Eve ayağınızı bastığınızda bir huzur kaplar içinizi. O koku evin dört bir köşesine sinmiştir. Şimdi Kurban Bayramı'nı kutladığımızdan Ramazan-ı Şerif'in yemeklerle bezeli o güzelliğine değinmeyeceğim.

Babanızla gittiğiniz hayvan pazarları bir başkadır mesela. Hatırlarım da bir bayram mahzun mahzun otururken kanepenin bir köşesinde, babam, fıtrat itibariyla sert fakat, müşfik sesiyle; "hadi İrfan, kalk. Kurbanlık bakmaya gideceğiz, hazırlan" demişti. O anki sevincimi hâlâ hatırlarım. Nasıl unuturum ki? Alacağınız hayvan küçükbaş ise hayvanın dişleri, ayakları ve arka üst tarafından kavrarsınız hayvanı, hafifçe sıkarak etli mi yağlı mı olduğunu anlarsınız hemencik. Boynuzları kaç defa dolanmış? Bunları sayarak da iki mi, iki buçuk mu anlayıverirsiniz yaşını. Pazarlık yapılır, kurbanlık alınır. Kaparo verirsiniz. Adınızın ve soyadınızın ilk harfleri yazılır kurbanlığın üstüne. Hep R.A yazarlardı. Sanırım benim mahzun olduğum sene İ.A yazılmıştı mübarek hayvanın üstüne. Bütün bunlar halledildikten sonra anne de daha vakit kaybetmeden kınayı eline alır koşar çitlerle çevrili kurbanlıkların yanına. Kına yakar kurbanına. Tevriye ve Arefe günleri de ayrı bir inşirahtır. Daha Zilhicce ayının başlamasıyla birlikte atmosferdeki o uhrevî havayı hissedersiniz ruhunuzda.

Hele hele her bayram sabahı daha güneş tan yerini ağırtmadan 
babam ile gittiğim bayram namazları hâlâ heyecanlandırır beni. O sabah tekbirlerle yolunu tuttuğunuz caminin yolu daha bir uzasın, tekbirler daha bir toplansın istersiniz. Bu sesler gökkubede daha bir yankılansın diye de dua edersiniz bir taraftan. Babanız bir adım önde, siz bir adım geride. Aslında ne kadar güzel bir terbiyenin örneğidir bu, ne kadar güzel bir hasletin!.. Camiden gelen Kurân-ı Azimüşşân'ın kalplere sirayet edişi ile birlikte yeryüzüne inen o enfes kokuyu derinlemesine ciğerlerimde bir güzel sindiririm ancak gökyüzüne bırakmak istemem. 'Bende kalsın. Hep benimle olsun. O maneviyat uçup gitmesin bedenimden' derim. Camide getirilen tekbirler, o seslerin daha uzak muhitlerden duyulması tüylerinizi diken diken eder, gözleriniz yaşarır. Müminlerin suretlerindeki saadetler ayrı bir tat verir insana. Tanıdık tanımadık herkes bayramlaşır. Elleri öpülür, harçlıklar verilir, camiye yardım yapılır, yoksullar sevindirilir. Camiden çıkışta ise sizleri yine o güzelim hava bekler. Hava yağmurlu da olsa karlı da olsa o atmosfer ruhundan hiçbir şey kaybetmez. Yine derin bir nefes çeker, havayı teneffüs edersiniz. Yarım kalmış bir anın devamıdır sanki zaman o anda. Yine güleç yüzlerle selamlaşır, eve varırsınız. Ev halkı zaten güneş doğmadan önce ayakta olur. Eve varır varmaz aile içi bayramlaşmadan sonra kahvaltıya geçilir. Kurban Bayramı olduğundan kahvaltı biraz acele yapılır. Sonrasında kurbanı kesmek için yola koyulur. Kurbanlığı yatırırken çektiğiniz zahmeti, keserken çekmezsiniz. Herkes kesimin zor olduğunu söyler. Yanlıştır. Tekbir getirilirken ve boğazı okşanırken o mübarek hayvanın teslimiyetini görmek, İslamiyeti özümsemektir aslında. İslamiyet de boynunu büküp teslim olmak değil midir icâbında?  'Acaba bu mübarek kurbanlık gibi biz de tam bir teslimiyet içerisinde miyiz?' diye soradururum kendime o an! 
Kurban kesilir. Sağ taraf konu komşu, ihtiyaç sahibine, solu ise eve ayrılır. O kavurma da ayrı bir tat ve haz verir insana. Ama kavurma kendi yağında pişecek. Dışardan bir katkı olmayacak. Neyse, bütün bunlar olur biter. Eş, dost ve akraba ziyaretleriyle geçer dört gün. O dört gün ne güzel gündür.

Ayrı olsa da bu kervanda şimdilerde cesedimiz
Bir gün tek çıkış o'dur, biz de iltihak ederiz

Ve sonlarına doğru bir hüzün. Bitmesin. Bitmesin ki huzur hep yanımızda kalsın. Bayram sonrasında bayramda yaptıklarımız unutulmasın. Yine çekiştirmeler, birbirinin ardınca kuyu kazmalar, çekememezlikler, iki yüzlülükler, birbirinin ardından konuşmalar, kalp kırmalar, şu üç günlük dünya için yaptıklarımız... Yaşanmasın!.. Ve dahi unutulmasın geçmiştekiler. Bizi bugünlere getirenler. Ve dahi unutturmayalım bizden sonraki gelecek nesillere bu hasletleri. Ne olursa olsun, ister teknoloji ister uzay çağı, bu hasletler yaşayacak. Şimdi diyeceksiniz 'peki yaşanıyor da bu özleyiş, hasret niye?' Haklısınız. Bu bayram da aynı şeyleri yaşayacağım, yaşatacağım; alanı, vereni, hakîkati...

Demiyor mu ki Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri;

Alan sensin veren sensin kılan sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var
Hakîkat üzre anlayıp bilen sen
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Tutan el u ayak senden gelüpdür
Gören göz u kulak senden gelüpdür
Efendi dil dudak senden gelüpdür
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Hudâyâ biz bu zâtı kanda bulduk
Neye ef'âl sıfâtı kanda bulduk
Fenâyı yâ sebâtı kanda bulduk
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Bizim ahvâlimiz ey Hayy-u Kayyûm
Cenâb-ı Pâkine hep cümle mâlûm
Buyurdun oldu illa kaldı mâdûm
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Hüdâyî'yi sen eriştir murâda
Senindir çünkü hükm arz u semâda
Efendi dahli yok ğayrın arada
Ne verdinse odur dahî nemiz var
 
     Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öper, dua ederlerken bizleri de unutmamalarını istirham ederim. Her gününüzün bayram gibi geçmesi dileğiyle; Kurban Bayramınız Mübarek Olsun...

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Gel, bir garip derviş ol ey gönül…

Gel, bir garip derviş ol ey gönül
Eyleme temâşâ necis ile kaplı şu hayâle
Anla ki cilvesiyle eder seni dîvâne
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Sermâyen olsun rıza-î ilahiyle bir dua
İstememezlik etme âb-ı hayattan bir damla
Bil ki, aradığın dervişlerdedir o servet
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Kim ki bilir cem-i zıddeyn muhaldir
Bir kalpte iki sevgi gönüllere ihanettir
Arzula sen de her daim ebed-i saadeti
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Aç ellerini gözyaşlarıyla semâya
Dua et sen de o bir Allah’a
Tövbe de etmeli gerekli elbet bu yolda
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Nefsin seni uygunsuz işlere alet etmeden
Evvelâ hayırlarla meşgul eyle sen nefsini
Ve dahi sabreyle ne gelirse bil ki o haktan
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

8 Ağustos 2013 Perşembe

Hiç olmazsa bir tebessüm...

Ramazan bayramınız mübarek olsun... 

Bugün, sevinçlerin olduğu kadar kederlerin de paylaşıldığı bir gün. Ortak paydalarda buluşmanın, güler yüzlü olmanın zamanı. Küskünlük zincirlerinin kırılıp özgürlük bayrağının göndere çekildiği bir gün. Bugün "Ramazan Bayramı." 
Tatlanan ağzımızdan kelimeler bir bal gibi akmalı. 
Harflerden süzülmeli şerbeti. Ve dahi unutulmamalı unutulanlar! Unutulmamalı yetimler, boynu bükükler. Bugün merhametli bir birey olmak için yarışmalı. 'El öpenlerin çok olsun...' derken çocukların avuçlarına birkaç kuruş sıkıştırmalı.

Sevmeli, sevindirmeli. Bir elmanın iki yarısının birleştiği gündür bugün. Hatırlayın unuttuklarınızı ve hatırlatın kendinizi ona. Gidin ve bayramını tebrik edin.
Hiç mi vaktiniz yok oturmaya? Gidin, o kişinin kapısını çalın ve bir 'merhaba' deyin. O da mı olmadı. Mesaj atmak yerine telefon açın ve mütebessim sesinizle tebrik edin bayramını. Bakın, o zaman daha güzel olacak. O zaman bir şeyleri anımsayacak ve unutmayacaksınız. Yüreğinize düşerken sevginin damlaları, kaçırmayın; sarıp sarmalayın aklınıza kim geliyorsa.

Hayattakilerle mi sınırlı ziyaretlerimiz? Elbette değil, olmamalı. Ebedi istirahatgâhınıza gitmeyi deneyin, alışın mekânınıza. Toprak kokusuyla çam kokusunun eşsiz esansını çekin ciğerlerinize ki bir gün toprakla yekvücût olduğunuzda yabancı kalmayasınız. Vefat eden yakınlarınızı, şehitlerimizi ziyaret edin. Olacak olanı olmuş bilmek için gidin mezarlara, ebedi evinize. Ziyaret edin ve bir fatiha onbir ihlâs okuyun geçmişlerinizin ruhuna. Siz onları göremeseniz de onlar sizleri görecek, verilen selamı alacak ve sizleri işitecek. İnanın!..

Hatırlıyorum da (o günden sonra unutmadım) bir dua vardı, bir kabri ziyaret ederken okunan. Ve o duanın bende bıraktığı iz. Zira o duayı okuyunca 'vefat edenin azabı kıyamete kadar kaldırılır' deniliyordu. Dua şöyleydi: "Allahümme inni eselüke-bi-hurmet-i Muhammed aleyhisselam en la tüazzibe hazelmeyyit."

Hadi herşeyi geçtim, hiç olmazsa (kim olursa olsun) bir tebessümü esirgemeyin. Paranız mı yok, tebessüm edin, sadaka dağıtın dört bir yanınıza. En azından bu üç günü güzellikler içinde geçirelim. Birlikteliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bizi bize düşürmeye çalışanlara fırsat vermeyelim.

Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden muhabbetle öper, Ramazan bayramınızı en kalbi duygularla tebrik ederim. Daha nice nice bayramlara...

16 Haziran 2013 Pazar

Kuşların bizlere söyledikleri…

Kuşlar… Onlar hep umut olmuştur bize. Ne zaman görsek bir kuşu, hemen şairane bir havaya bürünür ve mutlaka bi’şeyler deriz. Hele hele penceremize balkonumuza yuvamıza yuva yapan kuşlara ayrı bir hassasiyet gösteririz. Farklı bir merhamet kaplar içimizi onlara dair. Ve hep söyleriz şu sözü; “kuşların da dili var. Bizlere kim bilir neler anlatıyor, aralarında neler neler konuşuyorlar…” 


Her kuş her cins ayrı bir iletişim aracıyla kendini ifade etmeye çalışıyor. Nebâtat ve hayvanâtın da aynı şekilde bir dili olduğunu düşünürüm. İlla ki bizlere bir şeyler diyorlar ve yaratıcısına onlar da şükrediyorlar. Ben hep  manevi bir yönü olduğunu ve mutlak kendilerince zikrettiklerini düşünürüm onların. Tabii ki aralarında başka şeyler söyledikleri de rivayet olunur. Bunun için kendi çapımca ufak bir araştırma yaptım. Kuşlar bizlere neler diyor, anlamasak da zikrettiği şeyler nedir, n’olabilir diye... Şöyle ki, bir kaynaktan alıntıladığım bilgi Süleyman aleyhisselam ile ilgiliydi. İmam-ı Begavi hazretleri, Kab-ül-Ahbar hazretlerinden naklederek, Süleyman aleyhisselamın bildirdiklerini şöyle ifade ediyor:

Bazı kuşlar öterken derler ki:

Tavus kuşu: Cezalandırdığın gibi cezalandırılırsın.

Hüdhüd: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.

Göçeğen: Ey günahkârlar, Allahü teâlâdan af ve mağfiret isteyin!

Kaya kuşu: Her canlı ölecek, her yeni eskiyip çürüyecektir.

Kırlangıç: Ne yaparsanız, onu bulursunuz.

Güvercin: Yeri göğü mahlûkatla dolduran Rabbimi, noksan sıfatlardan tenzih ederim.

Kumru: Sübhâne Rabbiyyel-a’lâ.

Karga: Allahü teâlâ her şeyi helak edecektir.

Kustat kuşu: Susan, başına belâ ve musibet gelmesinden kurtulur.

Papağan: Düşüncesi dünya olan kimseye yazıklar olsun!

Doğan: Sübhâne Rabbî ve bihamdihî.





Sanırım bundan sonra bu kuşlara ve diğer kuşlara, “öterken acaba neyi zikrediyor” diye düşünürüz. Çözmeye çalışırız o “kuş dilini.” Tabii ki bu kuşların ötüşleri, konuşmaları, yalnız bu sözlere ve mânâlara mahsus olmasa gerektir. Zîrâ, Kur’an-ı Kerim’de Neml suresinde meâlen, karınca ve hüdhüd'ün konuşmalarının bildirilmesinden, ihtiyaca göre öterek ses çıkardıkları, konuştukları bildirilmektedir. Bizim derecelerimiz onların seslenişlerini tam manasıyla düşünmeye çözmeye elverişli olmasa da en azından “tefekkür müessesesi” için paha biçilmez bir fırsattır diye düşünüyorum. Bir an bile olsa "tefekkür" hepimize iyi gelecektir tabiata bakınca... Beni en çok etkileyen ve en çok sevdiğim kuş ötüşlerine gelince; Kırlangıç, Güvercin, Kumru ve Papağan… Peki ya sizinki hangisi?


23 Mayıs 2013 Perşembe

Bir gün özgür kalacağım...

Hayatın bazı durakları vardır. Bunları siz belirlersiniz. Zamanı gelince ya yıkar ya tamir eder ya da o durakların daimi bekçileri olursunuz. Kalıcıysanız bu durakta, gelen geçen yolcuları sayar, atıp tutmaya başlarsınız can sıkıntısından; "küvetin içine uzanmış Oblomov gibi..."

Bir gün özgür kalacağım…
Eskisi gibi. "Alışkanlarımın esiri olmayı ne kadar da özlemişim!" diyeceğim. Ne bir sevda peşinde koşacağım, ne sevdalar benim ardımca gelecek. Yosun kokulu sahillerin yoldaşı olmaya devam edeceğim bir süre sonra. Atlayıp arabaya boydan boya ölçüsünü alacağım geçtiğim yolların. Sınırları çizilmiş özgürlüğümün çevresinde kaldırım taşlarını söküp söküp denize atacağım. Benzinciye uğrayıp çeyrek depo ziyafet çektireceğim arabaya. Yine taş sektireceğim su üstünde, kaldırım taşlarından kalan artıklarla. Gece ay ışığı yansırken suya, ben yine elime alıp cep telefonumu kitabım için kıssadan hisse yazılar yazacağım. Bir kuru yük gemisi geçecek o sırada kalbimin ortasından. "Ne kadar da kurusun be yük" diye bayağı ve bayat espriler yapacağım. Ama anlayacak beni geçen gemi, ona niçin öyle dediğimi. Şimdi olmasa bile demirleyeceği limanda anlayacak tüm sözlerimi. Geminin içinde yaşayanların tüm yükü kalbimde, dönüşe geçeceğim. Yine saat başı haberleri dinleyip bilgileneceğim yolda. Müzik kutusuna dönmüş radyoların aksine tüm konuşkan radyolara mesaj atacağım. Sıkılıp arabadan, toplumsal bilincimi artırmak için halkımın toplu ulaşım araçlarına bineceğim. Elimde kitap toplu ulaşımın yoldaşı olacağım. Alışkanlıklarıma döndüğümde hayat süregeldiği gibi devam edecek kaldığı yerden… "Öyle özlemişim ki…" diye başlayan cümleler kuracağım. Sonra sil baştan. Yineleyip bütün bunları tekrar başa saracağım. Yine tamir ettiğim bir durakta soluklanıp sonrasında yoluma devam edeceğim. 


Şimdi yolculuk zamanı…
Ara sıra hayatın bazı duraklarında durup dinlenmek hiç de fena bir fikir değil. Tavsiye ediyorum. Bir minibüse benzetin hayatı. Minibüs boşken ne kadar alelâde. Bir dolmuşa benzetin kendinizi. Yükleneceksiniz bazı şeyleri ve zamanı gelince bırakacaksınız. Hayat bu… Bu durakları da siz kurar ve siz yıkarsınız. Mutlu olmak için mutlu taklidi, güçlü görünmek için güç gösterisi yapmak ancak size zarar verir. Kendinizi yenilemek için mutlaka bir durakta dinlenin. Ama bu durak sizin inşaa ettiğiniz bir durak olsun. Ve yaşadığınız onca şeyin ardından ruh sağlığınızın aynen yerinde olmasını istiyorsanız; hayatınızda duracağınız, tamir edeceğiniz ve yıkacağınız durakları iyi belirleyin! Sonrasının bi' pişmanlık ve yalnızlık buhranı olmasını istemiyorsanız... 

Oblomov'u da küvetin içinde öylece sere serpe uzanmış halde bırakmayın. Tutup çıkarın onu. Zirâ uzanmak için evin başka odalarının da olduğunu unutmayın...