26 Şubat 2012 Pazar

Fırsat ve Şans...

Fırsat ve şans... Bu iki kelîme ayrı gibi gözükse de temelde aynı olmakla beraber 'biri olmadan diğeri olmaz' denkleminden öte bir şey değildir… Biliyorum yazının henüz başında yukarıdaki cümleyi çözmek için bir hayli çaba harcadınız, harcıyorsunuz. Daha girizgâhta bir düşünce buhranına sürüklemek istemem sizleri. Ancak biraz daha temeline inelim işin… 

Türk Dil Kurumu (TDK) 'Fırsat' sözcüğünü  "Herhangi bir şey için en uygun zaman, uygun durum veya şart, vesile, okazyon" olarak açıklıyor. 'Şans' kelîmesini ise "Mantıkla açıklanamayan birtakım rastlantısal olayların nedeni olan güç, baht, talih, felek. Bir olayın olabilirliği. Bir kimsenin bilgi ve emeğinden çok rastlantı sonucu elde ettiği elverişli durum" şeklinde tanımlıyor. 'Fırsat' Arapça, 'Şans' ise Fransızca kökenli sözcükler. Amacım bu iki sözcüğün dilbilimsel açıdan tahlilini yapmak değil. Fakat bu iki kelîmeyi hayata eşlemek için çıkış noktalarını bilmek gerekir. Yani kavramı elde tutmak. Zira soyut şeyleri ifade etmek çok yürek ister!..

Bir kişi için fırsat mı önceliklidir, şans mı daha elzemdir? Sanırım burada biraz durup düşünmek gerekiyor.
İnsanın önce şansı olmalı. Bu şans 'kendisinde' olmalı ama. Bunu da öncelikle kendine vermeli. Diyelim ki bir kişi hayatı boyunca hep üzülmüş, hüzün dolu sayfaların değişmeyen kalemi olmuş. Ve her birliktelikten –bu her türlü birliktelik olabilir- yenilgiyi sırtlanıp da ayrılmış. Diğer insanların da kendini üzeceğini düşünüp, hep bir savunma halinde geçirmiştir yaşamını. Tüm insanları ezilesi bir böcek olarak görmüştür. Bu fikriyatta olan kişi, "İnsanları gördükçe hayvanları daha da sevmeye başladım", "İnsanlar aslında ne çok hayvanlara benzer" v.b gibi sözlerle kendini toplumdan soyutlar ve bir yalnızlığa iter. Bu hayata karşı bir 'küsme' ve 'yeniliş'tir. 

Peki ne yapmalı da hayata dönmeli? 

Önce kendine bir fırsat tanıyıp, karşısındakine ya da karşısındakilere şans vermeli. Değil mi ki hayat paylaştıkça değer kazanır, mutluluklar çoğalır, hüzünlerse bir bir yok olur! Aslında bu denli düşünce krizine tutulmuş kişiler paylaşmanın tadını dahi unutmuşlardır. Eğer paylaşsalardı hayat onları kazanmaya çalışadursun, onlar daha önce hayatı kazanacaklardı. Bir insan nereye kadar kendini kapalı kapılar ardına gizleyebilir? Tüm insanî duygularını bir sandığın içine gömüp, anahtarını kırıp okyanusun dibine atma gafletinde bulunabilir. Eğer bizler toplumdaki bireyler için de varsak, bunu yapmaya pek hakkımız yok gibi. En azından uzun vadede... 

Bu kişilere kim yardımcı olabilir? 

Herhangi bir şey için en uygun zamanı kendisi oluşturmalı. Sonrasında ise mantıkla açıklanmayan bir takım rastlantısal olayların sebebi olan güç, yani 'şans' devreye girmeli. Yani bir olayın olabilirliği. Elbette mantıkla açıklanır bir yanı vardır bunun! Ancak derinlere inerek yazının ana hedefinden sapmak istemiyoruz… Önce bir fırsat, sonrasında ise bir şans. Ancak biri olmadan diğerinin olabilirliğinin mantıksal bir açıklamasını yapmamı beklemeyin benden. İkisi de birbirine muhtaçtır. Tek bildiğim bu. Bunu iş hayatına da uygulayabilirsiniz. Biz bir ilişkiler ağıyla ilintilendirdik. 

Velhâsıl, konu ne olursa olsun karşınızdakine şans verip kendinize fırsat tanımaz, kendinize fırsat tanıyıp karşınızdakine şans vermezseniz; hüzün dolu  trenin yolcuları arasında bir ömür boyu nereye gideceğinizi bilmeden camdan seyredersiniz hayatı. Hem de trenin nerede duracağını bile bilmeden. Makinist olmak istiyorsanız bazı riskleri de almak zorundasınız. Ancak o zaman görürsünüz trenin geride bıraktığı duman bulutlarını. Duraklayacağınız yerleri de siz belirlersiniz; eğer kendinize fırsat tanıyıp, karşınızdakilere şans verirseniz…

Hiç yorum yok: