30 Aralık 2013 Pazartesi

Noel ve Noel Baba Gerçeği...

"Noel, Noel Baba, Christmas, Yılbaşı..." 

Gerçekten ne olduğunu biliyor muyuz? 

Mîlâdî yılbaşı, Hristiyan olmayan başka birçok ülke gibi bizim ülkemizde de, Hristiyan batı ülkelerindeki gibi karşılanıyor ve 'bizden'miş gibi kutlanıyor. Peki bu doğru mu? Her yıl yeni mîlâdi sene yaklaşırken notlarımı karıştırır, konuyla ilgili neler yazılmış bakarım. Bu sene de araştırdım ettim. 

     Milâdî yılbaşı, Hristiyan alemince (ulü'l-azm bir peygamber olan) Hazreti İsa'nın doğum yıldönümü olarak biliniyor. Böyle bir yıldönümü için tercih edilen, sergilenen etkinlikler, davranışlar hiçbir şekilde bir peygamberin saygınlığı ile bağdaşmıyor. Çünkü bu etkinlikler, yılbaşı dolayısıyla içine girilen bu psikoloji; yeni bir yılı idrak etme sebebiyle gülmek, eğlenmek; beklentilerin gerçekleşmesini ümit etmek; ziyaretler yapmak, hediye alıp vermek gibi masum duygu ve çabaları çok aşıyor. Ölçüsüz ve sınırsız alkol tüketildiği, kumar tutkusunun zirveleri aştığı, bunlara bağlı, bunların sonucu olan olumsuzlukların zirvelere çıktığı bir zamanı tasvir ediyor. Günümüzde yılbaşı dolayısıyla yaşanan bu olumsuzlukları eleştirmek, "gericilikle", "çağdışılıkla" yaftalanmayı göze almayı gerektiriyor. Konuyla ilgili uzun uzadıya yazı yazmak yerine iki önemli Türk münevverinden iki güzel kaynak buldum. Bunlardan biri yazar ve devlet adamı, eski Millî Eğitim Bakanlarımızdan Hasan Âli Yücel; diğeri şair, yazar, öğretmen -bayrak şairimiz- Arif Nihat Asya'dır. Bu iki Türk aydınının Noel ve Yılbaşı yazılarını güzelce tasnif ederek aşağıda sizlerle paylaşıyorum...
   
                                              ***

Not: Hasan Âli Yücel'in "Noel ve Yılbaşı" 1940'larda, Arif Nihat Asya'nın "Noel Baba"1960'larda kaleme alınmıştır. Güncelliğini hâlen koruyan bu iki yazıyı sizlerin dikkatine sunuyor ve takdirinize bırakıyorum...

                                              ***

NOEL VE YILBAŞI - (Hasan Âli Yücel)

Hemen bütün dünyanın kullandığı mîlâdî tarih, bundan birkaç yıl önce, tamamıyla pratik hayat bakımından kabul edildikten sonra, kânunusaninin (Ocak ayının) biri, hafızalarımızda iz tutan bir gün olmaya başladı. Şehirlerimizde birçok aileler, yeni yılı kutlamak için evlerde, dışarıda güzel toplanmalar yapıyorlar. Yiyerek, içerek, gülerek, eğlenerek hayatlarının bir senesini bitirip yeni yıla giriyorlar.

Bu eğlencelerin, ne Hazreti İsa ile, onun doğuşu ile, ne de Noel baba ile hiçbir alâka ve münasebeti yoktur. Bunlar, sadece yeni yıla neşeli girme arzusuyla ve eski yılın aynı şekilde geçirilmesi dolayısıyla yapılmış birer eğlenceden başka bir şey değildir. Yılbaşının Türkün layık ruhunda kendi geçirdiği bir yılın geçireceği bir yıla girişinden başka hiçbir manası olamaz. 
Gazetelerde bazı müesseselerimizin yaptıkları çocuk müsamerelerinde Noel babayı, başında kürklü külahı, sırtında gocuğu, elinde değneğiyle temsil ettiklerini gördüm. Bizim an'anelerimizde Noel baba diye bir şahsiyet bilmiyorum. En eski bir tarihin sahibi olmakla beraber, Türk'ün her yılı, bir evvelkinden daha genç olarak Türk yavrusunun hayaline girmelidir. Kamburu çıkmış, soğuktan donmamak için deriden elbiseler giymiş, süpürge sakallı semboller bizde yoktur. Bizim 'Ay Dede'miz ne kadar güler yüzlüdür; neşesinden yanakları elma gibi tortop olmuş, onun kadar taze ve canlıdır. Biz böyle tanıdık çehreler isteriz ve çocuklarımızın böyle güler yüzler görmeye alıştırılmasını bekleriz.
Esasen Avrupalılar, Hazreti İsa'nın doğumunu, doğduğundan dört asır sonra kutlamaya başladıkları zaman, mahiyeti tamamıyla dinî olan bu törene kendi an'anelerini sokmaktan geri durmamışlardır. Noel babanın giyinişi, soğuk ülkelerin, karlı buzlu diyarların hatırasını taşır. Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde kürke ihtiyaç olabilir miydi? Eğer dediğimiz gibi, putperest an'aneler bu işe karışmasaydı, Noel ağacı, zeytinden olmalı idi. Noel baba ve onun telli pullu ağacı, bir cenuplu (güneyli) hayalinin mahsulü değildir, ancak bir şimallinin (kuzeylinin) ortaya çıkardığı sembol olabilir.
Halbuki Türk muhayyilesi (hayal gücü) böyle şeylere alışık değildir. Türk gerçekçidir. Hayallerinde bile hakikat gizlenir. Uydurma şeylere inanma alışkanlığı onda yoktur. Her şeyi olduğu gibi görür ve öyle görmek ister. Onun bu alışkanlığını bozacak her şey yanlıştır, fenadır. Türk çocuğuna şeker, oyuncak ve yemiş getiren, Noel baba değil, kendi öz babasıdır. Onun doğru bildiği şeyi yanlış öğretmeye kalkamayız.

                                             ***

NOEL BABA - (Arif Nihat Asya) 

-Yılbaşı neyimiz olur? diye soruyorum. Fakat,
-29 Ekim'imiz midir, 30 Ağustos'umuz mudur, Şeker Bayramı'mız mı, Kandilimiz mi, Kurban Bayramı'mız mı? diye sual açmak da yersiz olmazdı.
Biz muharremlerle, martlarla başlayan yıllar da biliriz... ki, hiçbiri böyle şımarıklıkla, böyle ayyaşlıkla, böyle kumarbazlıkla açılmazdı. Hepsi efendi yıllardı.
Memleketimize, herhalde, Beyoğlu'ndan giren, Haliç'i atlayarak Fatih'lere, Aksaray'lara, sonra Rumeli'ye ve Boğaz'ı aşarak önce Kadıköy'lere, Moda'lara ve sonra Üsküdar'lara ve oradan Anadolu'ya geçen bu bunak neyimiz olur: Babamız mı, dedemiz mi, amcamız mı, yoksa Avrupalılıktan pirimiz mi?
İstanbul'un Tepebaşı'ndan Adana'nın Tepebağı'na kadar her yeri bilen, her yere uğrayan bu moruk kimdir, necidir?
Bir resmine bakarsanız Havarilere, öteki resmine bakarsanız Rasputin'e benzeyen bu iskambil papazı, aramızda nenin nesidir... bunu hiç merak ettiniz mi?
Siz bırakın da ben söyleyeyim onun kim olduğunu: O Haçlı Seferlerinden kalma bir kılınç artığıdır. O zaman silahla giremediği yerlere, şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak girebiliyor.
O evimize girerken eşeğini kapımızın halkasına bağlayan bir Piyer Lermit'tir... Kardeşlerini Mukaddes savaşa hazırlamaktan geliyor.

(Piyer Lermit: [1050-1115] Fransız dini kişiliği. Hıristiyanları, Müslümanlara karşı -Haçlı Seferlerine- savaşa sürükleyen Fransız vaiz. Kaynak: Vikipedia)

O, adıyla sanıyla bir misyonerdir ki, şu memlekette ocağına incir dikildikten sonra, kılığını değiştirmiş... ve bizi avlamaya, kucağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan; çocuklarımızdan başlamıştır.
Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz, fedakârlığının sebebini düşünmediniz mi?
Bırakın onun hakkından ben gelirim: İşte sakalını çekince gördünüz... sakalı elimde kaldı ve altından Lüsifer çıktı.

(Lucifer: Hıristiyan inanışında genellikle şeytanı tasvir etmek için kullanılan isimdir. Kaynak: Vikipedia)

Bilirsiniz ki casuslar da kıyafetlerini ekseriya böyle değiştirirler.
Bu, mezar beğenmeyen hortlağa ya mezarını gösterin, yahut bırakın: Haç'ında çarmıha gereyim onu.
Tehlikeyi sezer de kendiliğinden gitmeye kalkarsa çıkarken ceplerini yoklamayı unutmayınız: Muhakkak bir şeyimizi çalmıştır!


15 Ekim 2013 Salı

Bu bir "Kurban Bayramı" yazısıdır. "Ne verdinse odur dahî nemiz var..."

Acaba yaşımız ilerledikçe geçmişi daha mı çok arar olduk? Yoksa geçmişteki hasletleri şimdi, sözümona, gözardı ettiğimizden mi bu hale geldik?

Her bayram olmasa da manevi bütün günlerde bunu düşünürüm. 'İnsanda hayallerin yerini hatıralar almaya başladıysa yaşlılık başlamış demektir' diye bir söz var. Oysa ben bu hatıralarla doğdum. Bu hatıralarla yaşadım ve bu hatıralarla sürdürüyorum hayatımı. Beni mutlu kılan şeylerdir bunlar; içimi ferahlatan, beni benden alan...

Bayramların havası bir başkadır. Yemek yemeyi sevdiğimden ötürü biraz buna değinmek istiyorum.

Bayram öncesi açılan baklavalar, baklavanın fırında pişmesi ve o güzelim hamurun hafif yanık kokusu ne enfestir! Eve ayağınızı bastığınızda bir huzur kaplar içinizi. O koku evin dört bir köşesine sinmiştir. Şimdi Kurban Bayramı'nı kutladığımızdan Ramazan-ı Şerif'in yemeklerle bezeli o güzelliğine değinmeyeceğim.

Babanızla gittiğiniz hayvan pazarları bir başkadır mesela. Hatırlarım da bir bayram mahzun mahzun otururken kanepenin bir köşesinde, babam, fıtrat itibariyla sert fakat, müşfik sesiyle; "hadi İrfan, kalk. Kurbanlık bakmaya gideceğiz, hazırlan" demişti. O anki sevincimi hâlâ hatırlarım. Nasıl unuturum ki? Alacağınız hayvan küçükbaş ise hayvanın dişleri, ayakları ve arka üst tarafından kavrarsınız hayvanı, hafifçe sıkarak etli mi yağlı mı olduğunu anlarsınız hemencik. Boynuzları kaç defa dolanmış? Bunları sayarak da iki mi, iki buçuk mu anlayıverirsiniz yaşını. Pazarlık yapılır, kurbanlık alınır. Kaparo verirsiniz. Adınızın ve soyadınızın ilk harfleri yazılır kurbanlığın üstüne. Hep R.A yazarlardı. Sanırım benim mahzun olduğum sene İ.A yazılmıştı mübarek hayvanın üstüne. Bütün bunlar halledildikten sonra anne de daha vakit kaybetmeden kınayı eline alır koşar çitlerle çevrili kurbanlıkların yanına. Kına yakar kurbanına. Tevriye ve Arefe günleri de ayrı bir inşirahtır. Daha Zilhicce ayının başlamasıyla birlikte atmosferdeki o uhrevî havayı hissedersiniz ruhunuzda.

Hele hele her bayram sabahı daha güneş tan yerini ağırtmadan 
babam ile gittiğim bayram namazları hâlâ heyecanlandırır beni. O sabah tekbirlerle yolunu tuttuğunuz caminin yolu daha bir uzasın, tekbirler daha bir toplansın istersiniz. Bu sesler gökkubede daha bir yankılansın diye de dua edersiniz bir taraftan. Babanız bir adım önde, siz bir adım geride. Aslında ne kadar güzel bir terbiyenin örneğidir bu, ne kadar güzel bir hasletin!.. Camiden gelen Kurân-ı Azimüşşân'ın kalplere sirayet edişi ile birlikte yeryüzüne inen o enfes kokuyu derinlemesine ciğerlerimde bir güzel sindiririm ancak gökyüzüne bırakmak istemem. 'Bende kalsın. Hep benimle olsun. O maneviyat uçup gitmesin bedenimden' derim. Camide getirilen tekbirler, o seslerin daha uzak muhitlerden duyulması tüylerinizi diken diken eder, gözleriniz yaşarır. Müminlerin suretlerindeki saadetler ayrı bir tat verir insana. Tanıdık tanımadık herkes bayramlaşır. Elleri öpülür, harçlıklar verilir, camiye yardım yapılır, yoksullar sevindirilir. Camiden çıkışta ise sizleri yine o güzelim hava bekler. Hava yağmurlu da olsa karlı da olsa o atmosfer ruhundan hiçbir şey kaybetmez. Yine derin bir nefes çeker, havayı teneffüs edersiniz. Yarım kalmış bir anın devamıdır sanki zaman o anda. Yine güleç yüzlerle selamlaşır, eve varırsınız. Ev halkı zaten güneş doğmadan önce ayakta olur. Eve varır varmaz aile içi bayramlaşmadan sonra kahvaltıya geçilir. Kurban Bayramı olduğundan kahvaltı biraz acele yapılır. Sonrasında kurbanı kesmek için yola koyulur. Kurbanlığı yatırırken çektiğiniz zahmeti, keserken çekmezsiniz. Herkes kesimin zor olduğunu söyler. Yanlıştır. Tekbir getirilirken ve boğazı okşanırken o mübarek hayvanın teslimiyetini görmek, İslamiyeti özümsemektir aslında. İslamiyet de boynunu büküp teslim olmak değil midir icâbında?  'Acaba bu mübarek kurbanlık gibi biz de tam bir teslimiyet içerisinde miyiz?' diye soradururum kendime o an! 
Kurban kesilir. Sağ taraf konu komşu, ihtiyaç sahibine, solu ise eve ayrılır. O kavurma da ayrı bir tat ve haz verir insana. Ama kavurma kendi yağında pişecek. Dışardan bir katkı olmayacak. Neyse, bütün bunlar olur biter. Eş, dost ve akraba ziyaretleriyle geçer dört gün. O dört gün ne güzel gündür.

Ayrı olsa da bu kervanda şimdilerde cesedimiz
Bir gün tek çıkış o'dur, biz de iltihak ederiz

Ve sonlarına doğru bir hüzün. Bitmesin. Bitmesin ki huzur hep yanımızda kalsın. Bayram sonrasında bayramda yaptıklarımız unutulmasın. Yine çekiştirmeler, birbirinin ardınca kuyu kazmalar, çekememezlikler, iki yüzlülükler, birbirinin ardından konuşmalar, kalp kırmalar, şu üç günlük dünya için yaptıklarımız... Yaşanmasın!.. Ve dahi unutulmasın geçmiştekiler. Bizi bugünlere getirenler. Ve dahi unutturmayalım bizden sonraki gelecek nesillere bu hasletleri. Ne olursa olsun, ister teknoloji ister uzay çağı, bu hasletler yaşayacak. Şimdi diyeceksiniz 'peki yaşanıyor da bu özleyiş, hasret niye?' Haklısınız. Bu bayram da aynı şeyleri yaşayacağım, yaşatacağım; alanı, vereni, hakîkati...

Demiyor mu ki Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri;

Alan sensin veren sensin kılan sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var
Hakîkat üzre anlayıp bilen sen
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Tutan el u ayak senden gelüpdür
Gören göz u kulak senden gelüpdür
Efendi dil dudak senden gelüpdür
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Hudâyâ biz bu zâtı kanda bulduk
Neye ef'âl sıfâtı kanda bulduk
Fenâyı yâ sebâtı kanda bulduk
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Bizim ahvâlimiz ey Hayy-u Kayyûm
Cenâb-ı Pâkine hep cümle mâlûm
Buyurdun oldu illa kaldı mâdûm
Ne verdinse odur dahî nemiz var

Hüdâyî'yi sen eriştir murâda
Senindir çünkü hükm arz u semâda
Efendi dahli yok ğayrın arada
Ne verdinse odur dahî nemiz var
 
     Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öper, dua ederlerken bizleri de unutmamalarını istirham ederim. Her gününüzün bayram gibi geçmesi dileğiyle; Kurban Bayramınız Mübarek Olsun...

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Gel, bir garip derviş ol ey gönül…

Gel, bir garip derviş ol ey gönül
Eyleme temâşâ necis ile kaplı şu hayâle
Anla ki cilvesiyle eder seni dîvâne
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Sermâyen olsun rıza-î ilahiyle bir dua
İstememezlik etme âb-ı hayattan bir damla
Bil ki, aradığın dervişlerdedir o servet
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Kim ki bilir cem-i zıddeyn muhaldir
Bir kalpte iki sevgi gönüllere ihanettir
Arzula sen de her daim ebed-i saadeti
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Aç ellerini gözyaşlarıyla semâya
Dua et sen de o bir Allah’a
Tövbe de etmeli gerekli elbet bu yolda
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

Nefsin seni uygunsuz işlere alet etmeden
Evvelâ hayırlarla meşgul eyle sen nefsini
Ve dahi sabreyle ne gelirse bil ki o haktan
Gel, bir garip derviş ol ey gönül

8 Ağustos 2013 Perşembe

Hiç olmazsa bir tebessüm...

Ramazan bayramınız mübarek olsun... 

Bugün, sevinçlerin olduğu kadar kederlerin de paylaşıldığı bir gün. Ortak paydalarda buluşmanın, güler yüzlü olmanın zamanı. Küskünlük zincirlerinin kırılıp özgürlük bayrağının göndere çekildiği bir gün. Bugün "Ramazan Bayramı." 
Tatlanan ağzımızdan kelimeler bir bal gibi akmalı. 
Harflerden süzülmeli şerbeti. Ve dahi unutulmamalı unutulanlar! Unutulmamalı yetimler, boynu bükükler. Bugün merhametli bir birey olmak için yarışmalı. 'El öpenlerin çok olsun...' derken çocukların avuçlarına birkaç kuruş sıkıştırmalı.

Sevmeli, sevindirmeli. Bir elmanın iki yarısının birleştiği gündür bugün. Hatırlayın unuttuklarınızı ve hatırlatın kendinizi ona. Gidin ve bayramını tebrik edin.
Hiç mi vaktiniz yok oturmaya? Gidin, o kişinin kapısını çalın ve bir 'merhaba' deyin. O da mı olmadı. Mesaj atmak yerine telefon açın ve mütebessim sesinizle tebrik edin bayramını. Bakın, o zaman daha güzel olacak. O zaman bir şeyleri anımsayacak ve unutmayacaksınız. Yüreğinize düşerken sevginin damlaları, kaçırmayın; sarıp sarmalayın aklınıza kim geliyorsa.

Hayattakilerle mi sınırlı ziyaretlerimiz? Elbette değil, olmamalı. Ebedi istirahatgâhınıza gitmeyi deneyin, alışın mekânınıza. Toprak kokusuyla çam kokusunun eşsiz esansını çekin ciğerlerinize ki bir gün toprakla yekvücût olduğunuzda yabancı kalmayasınız. Vefat eden yakınlarınızı, şehitlerimizi ziyaret edin. Olacak olanı olmuş bilmek için gidin mezarlara, ebedi evinize. Ziyaret edin ve bir fatiha onbir ihlâs okuyun geçmişlerinizin ruhuna. Siz onları göremeseniz de onlar sizleri görecek, verilen selamı alacak ve sizleri işitecek. İnanın!..

Hatırlıyorum da (o günden sonra unutmadım) bir dua vardı, bir kabri ziyaret ederken okunan. Ve o duanın bende bıraktığı iz. Zira o duayı okuyunca 'vefat edenin azabı kıyamete kadar kaldırılır' deniliyordu. Dua şöyleydi: "Allahümme inni eselüke-bi-hurmet-i Muhammed aleyhisselam en la tüazzibe hazelmeyyit."

Hadi herşeyi geçtim, hiç olmazsa (kim olursa olsun) bir tebessümü esirgemeyin. Paranız mı yok, tebessüm edin, sadaka dağıtın dört bir yanınıza. En azından bu üç günü güzellikler içinde geçirelim. Birlikteliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bizi bize düşürmeye çalışanlara fırsat vermeyelim.

Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden muhabbetle öper, Ramazan bayramınızı en kalbi duygularla tebrik ederim. Daha nice nice bayramlara...

16 Haziran 2013 Pazar

Kuşların bizlere söyledikleri…

Kuşlar… Onlar hep umut olmuştur bize. Ne zaman görsek bir kuşu, hemen şairane bir havaya bürünür ve mutlaka bi’şeyler deriz. Hele hele penceremize balkonumuza yuvamıza yuva yapan kuşlara ayrı bir hassasiyet gösteririz. Farklı bir merhamet kaplar içimizi onlara dair. Ve hep söyleriz şu sözü; “kuşların da dili var. Bizlere kim bilir neler anlatıyor, aralarında neler neler konuşuyorlar…” 


Her kuş her cins ayrı bir iletişim aracıyla kendini ifade etmeye çalışıyor. Nebâtat ve hayvanâtın da aynı şekilde bir dili olduğunu düşünürüm. İlla ki bizlere bir şeyler diyorlar ve yaratıcısına onlar da şükrediyorlar. Ben hep  manevi bir yönü olduğunu ve mutlak kendilerince zikrettiklerini düşünürüm onların. Tabii ki aralarında başka şeyler söyledikleri de rivayet olunur. Bunun için kendi çapımca ufak bir araştırma yaptım. Kuşlar bizlere neler diyor, anlamasak da zikrettiği şeyler nedir, n’olabilir diye... Şöyle ki, bir kaynaktan alıntıladığım bilgi Süleyman aleyhisselam ile ilgiliydi. İmam-ı Begavi hazretleri, Kab-ül-Ahbar hazretlerinden naklederek, Süleyman aleyhisselamın bildirdiklerini şöyle ifade ediyor:

Bazı kuşlar öterken derler ki:

Tavus kuşu: Cezalandırdığın gibi cezalandırılırsın.

Hüdhüd: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.

Göçeğen: Ey günahkârlar, Allahü teâlâdan af ve mağfiret isteyin!

Kaya kuşu: Her canlı ölecek, her yeni eskiyip çürüyecektir.

Kırlangıç: Ne yaparsanız, onu bulursunuz.

Güvercin: Yeri göğü mahlûkatla dolduran Rabbimi, noksan sıfatlardan tenzih ederim.

Kumru: Sübhâne Rabbiyyel-a’lâ.

Karga: Allahü teâlâ her şeyi helak edecektir.

Kustat kuşu: Susan, başına belâ ve musibet gelmesinden kurtulur.

Papağan: Düşüncesi dünya olan kimseye yazıklar olsun!

Doğan: Sübhâne Rabbî ve bihamdihî.





Sanırım bundan sonra bu kuşlara ve diğer kuşlara, “öterken acaba neyi zikrediyor” diye düşünürüz. Çözmeye çalışırız o “kuş dilini.” Tabii ki bu kuşların ötüşleri, konuşmaları, yalnız bu sözlere ve mânâlara mahsus olmasa gerektir. Zîrâ, Kur’an-ı Kerim’de Neml suresinde meâlen, karınca ve hüdhüd'ün konuşmalarının bildirilmesinden, ihtiyaca göre öterek ses çıkardıkları, konuştukları bildirilmektedir. Bizim derecelerimiz onların seslenişlerini tam manasıyla düşünmeye çözmeye elverişli olmasa da en azından “tefekkür müessesesi” için paha biçilmez bir fırsattır diye düşünüyorum. Bir an bile olsa "tefekkür" hepimize iyi gelecektir tabiata bakınca... Beni en çok etkileyen ve en çok sevdiğim kuş ötüşlerine gelince; Kırlangıç, Güvercin, Kumru ve Papağan… Peki ya sizinki hangisi?


23 Mayıs 2013 Perşembe

Bir gün özgür kalacağım...

Hayatın bazı durakları vardır. Bunları siz belirlersiniz. Zamanı gelince ya yıkar ya tamir eder ya da o durakların daimi bekçileri olursunuz. Kalıcıysanız bu durakta, gelen geçen yolcuları sayar, atıp tutmaya başlarsınız can sıkıntısından; "küvetin içine uzanmış Oblomov gibi..."

Bir gün özgür kalacağım…
Eskisi gibi. "Alışkanlarımın esiri olmayı ne kadar da özlemişim!" diyeceğim. Ne bir sevda peşinde koşacağım, ne sevdalar benim ardımca gelecek. Yosun kokulu sahillerin yoldaşı olmaya devam edeceğim bir süre sonra. Atlayıp arabaya boydan boya ölçüsünü alacağım geçtiğim yolların. Sınırları çizilmiş özgürlüğümün çevresinde kaldırım taşlarını söküp söküp denize atacağım. Benzinciye uğrayıp çeyrek depo ziyafet çektireceğim arabaya. Yine taş sektireceğim su üstünde, kaldırım taşlarından kalan artıklarla. Gece ay ışığı yansırken suya, ben yine elime alıp cep telefonumu kitabım için kıssadan hisse yazılar yazacağım. Bir kuru yük gemisi geçecek o sırada kalbimin ortasından. "Ne kadar da kurusun be yük" diye bayağı ve bayat espriler yapacağım. Ama anlayacak beni geçen gemi, ona niçin öyle dediğimi. Şimdi olmasa bile demirleyeceği limanda anlayacak tüm sözlerimi. Geminin içinde yaşayanların tüm yükü kalbimde, dönüşe geçeceğim. Yine saat başı haberleri dinleyip bilgileneceğim yolda. Müzik kutusuna dönmüş radyoların aksine tüm konuşkan radyolara mesaj atacağım. Sıkılıp arabadan, toplumsal bilincimi artırmak için halkımın toplu ulaşım araçlarına bineceğim. Elimde kitap toplu ulaşımın yoldaşı olacağım. Alışkanlıklarıma döndüğümde hayat süregeldiği gibi devam edecek kaldığı yerden… "Öyle özlemişim ki…" diye başlayan cümleler kuracağım. Sonra sil baştan. Yineleyip bütün bunları tekrar başa saracağım. Yine tamir ettiğim bir durakta soluklanıp sonrasında yoluma devam edeceğim. 


Şimdi yolculuk zamanı…
Ara sıra hayatın bazı duraklarında durup dinlenmek hiç de fena bir fikir değil. Tavsiye ediyorum. Bir minibüse benzetin hayatı. Minibüs boşken ne kadar alelâde. Bir dolmuşa benzetin kendinizi. Yükleneceksiniz bazı şeyleri ve zamanı gelince bırakacaksınız. Hayat bu… Bu durakları da siz kurar ve siz yıkarsınız. Mutlu olmak için mutlu taklidi, güçlü görünmek için güç gösterisi yapmak ancak size zarar verir. Kendinizi yenilemek için mutlaka bir durakta dinlenin. Ama bu durak sizin inşaa ettiğiniz bir durak olsun. Ve yaşadığınız onca şeyin ardından ruh sağlığınızın aynen yerinde olmasını istiyorsanız; hayatınızda duracağınız, tamir edeceğiniz ve yıkacağınız durakları iyi belirleyin! Sonrasının bi' pişmanlık ve yalnızlık buhranı olmasını istemiyorsanız... 

Oblomov'u da küvetin içinde öylece sere serpe uzanmış halde bırakmayın. Tutup çıkarın onu. Zirâ uzanmak için evin başka odalarının da olduğunu unutmayın... 

12 Mayıs 2013 Pazar

Anneler Günü'nde Anneme ve tüm Annelere mektup...

Sevgili Anneciğim,

Ne garip; yeni yeni fark ediyorum ki, çocukları anne olunca çocuklaşıyor anneler. Ve insan, zamanın nasıl insafsız bir öğütücü olduğunu bu rol değişiminde anlıyor. Eminim karnındaki ilk tekmemden, hatta doktorların 'Bundan sonra ağır kaldırmak yok' müjdesinden beridir iki kişilik yaşıyorsun yaşamı.

Doğum odasında bir küçük el saçlarına tutununca değişti her şey ve o el, o saçtan hiç eksik olmasın istedin...

Kim bilir kaç geceyi karyola başuçlarında derin iç çekişler dinleyip hüzünlenerek uykusuz geçirdin, kaç emzirme seansında bitkin uyuyakaldın. O gün bugündür hayatı, bir toprakla çiçeği kadar ortak üretiyor, tüketiyoruz.


Yol boyu, kusurlarını hiç görmedik birbirimizin, yeteneklerimizi abarttık karşılıklı; toz kondurmadık üzerimize, kol kanat gerdik. Ben dünyanın en iyi evladıydım, sense tarihin en iyi annesi. Her çığlıkta başucumda biteceğini bilmenin güveniyle büyüdüm. Her derdimde benden çok dertleneceğini bilmenin o bencil alışkanlığıyla ayakta kaldım. 
Sevginle donandım...

Ama sonra birden o korkunç çark devreye girdi ve yaşamın acımasız kuralı işledi; büyüdüm... Senin kollarında 'sen'den habersiz, bambaşka bir 'ben' çıktı ortaya. Bazen o eski 'ben'e hiç benzemeyen bir 'ben'. Çünkü fark ettim ki anlattığın masalların yaşamda karşılığı yokmuş. Kızlar bir prens umuduyla kurbağaları öpedursun, ben her yalanda burnumu yokladım. Şaşırdım... Bostandaki lahanaların, ısırılmış lahanaların ve benzeri pastoral ninnilerin modasının geçtiğini gördüm sokakta. 

Söyleyemedim sana...
'Yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin artık eskisi kadar geçerli olmadığını' anlatan kitapları salonun ortasında açık bıraktım, açıp okuyasın diye.
Her kuşağın o vazgeçilmez ikilemi depreşti yeniden; 'Devir de amma değişti' diye yakınırken sen; ben ilginle boğulduğumdan dertlendim. Bir yerim yaralandığında 'Anam görürse ne kadar üzülür' diye gizlemeye çalışmak küçük bir çocuk için nasıl bir yüktür bilir misin? Acından çok, onda oluşturacağın acı, acıtır canını...

Oysa ne çok acılar paylaştık seninle.
Ve ne çok sevinçler yaşadık beraber. Nasıl dar günlerde yardıma koşup, kaç şenliğine ortak olduk birbirimizin? Lâkin artık kafesten uçma vaktiydi'. Danaların girdiği bostan'da ayakta kalabilmenin yolu, tek başına kanat çırpmayı öğrenmekten geçiyordu.

Yargıladık birbirimizi bir dönem. Sorguladık. Sen bana eş dost çocuklarını örnek gösterdikçe, ben seni eş dost ebeveynleriyle kıyaslar oldum. Sen her sohbete 'Bizim çocukluğumuzda' diye başladıkça ben; değişen takvim yapraklarını koydum önüne.

Nasıl da zalim bir çark bu değil mi? 


Doğuyor, doğuruyor ve günün birinde yuvadan uçacağını bile bile koca bir ömrü karşılıksız veriyorsun. Ve hayat birden ıssız bir adaya dönüşüveriyor. Sonrası kâh bir kapı zili beklentisi, kâh bir mektup, kâh bir telefon sesi. Gizliden gizliye özlenen bir torun müjdesi Fotoğraflar sarardıkça solan bir yaşam ve uzaklaştıkça yakınlaştığımız bir mazinin geri dönmez anıları. Yazılarla konuştuk öyle zamanlarda. Bakışlarla anlaştık. Ağlaştık birbirimizden gizleyerek acılarımızı. Bir mimikle özleştik, bir gülüşle kavuştuk. Ben büyürken seni de büyüttüm.

Şimdi çok daha iyi anlıyoruz birbirimizi. Çünkü küçücük bir el saçlarımı kavrıyor geceleri. Karyola başlarında uykusuz geceler geçiriyorum. Pastoral ninnilerle büyütüyoruz oğlumu; yalancı çocukların burunları uzuyor masallarda, öpülen kurbağalar prens oluyor.

Ve yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin geçersizleştiğini anlatan kitapları kaldırıyoruz salondan gizli gizli. O korkunç çark, acımasız bir hızla dönmeye devam ediyor. Zaman, öğütüyor kuşakları. İnsan ancak mahrum kalınca anlıyor sevginin değerini. Bense sevginden mahrum kalmaya fazla dayanamayacağımı biliyorum.

O yüzden bu Anneler Günü'nde sana upuzun bir ömür diliyorum.


Hem biliyor musun? "SENİ ÇOK SEVİYORUM..."



Kaynak ve dipnot: Bazı kaynaklarda anonim, bazı kaynaklardaysa Can Dündar yazmakta. Mühim olan "bir yürekten" çıkması. Bu gönüllere dokunan yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Tüm Annelerin Anneler Günü bir kez daha kutlu olsun...

12 Nisan 2013 Cuma

Bir Tılsımdır Ölüm...

Bir tılsımdır ölüm...
Bugün, 12 Nisan 2008'de, Program Müdürümüz sevgili Vehbi Arvas abimizin vefâtının beşinci ölüm yıl dönümü. Ne çabuk geçiyor zaman. Daha dün gibi geliyor insana. 
Öyle değil mi?  
Masal gibidir daha çok; tersten işleyen ve doğru giden. 
Masalların girizgâhları hep 'bir varmış bir yokmuş' diye başlar. Küçükken bunun uyumak için bir mesaj olduğunu bilmiyordum. 'Hadi hikayemiz bitti. Ben görevimi yaptım, masalımı okudum. Şimdi sende sıra, yat bakalım...' 
Bense büyüdükçe ve adam gibi adamları tanıdıkça bu fikriyâtım değişti. Hep tersinden algılamaya başladım bu girizgâhı. Bi' sondan gelip sonsuza giden bi' yolcu olduğumuza tam kanaat getirdim. Aslında bir son değil, başlangıcın koynuna atılan bir adımdı bu. Hele hele senin için! Bu dünyaya ait değildin sen. Sanırım bunun bir ispatı da seni kaybetmemizdi. Bizlere hep başka âlemlerden de bahsederdin çünkü. Âb-ı hayattan...  
Bazıları ölenler için 'aramazdan erken ayrıldı, daha yaşayacak çok şeyi vardı' derler. Erken ölüm denen bir şey olduğuna inancım yok. Her ölüm yerindedir, zamanlıdır. Ne bir ileri ne bir geri. Vâde dolunca, meçhule giden bir gemi olmasa da bilinenin bilinmezliğine, idrak edemeyeceğini idrak etmek olduğunun bilincine bir yolculuktur bu. 
Sen benim için 'bir yoktun bir vardın!' Bir masaldın benim için; sebebim. Senin sayende radyoculuk hayatıma başladım, profesyonelliğe adım attım. Desteğini hiç esirgemedin. Senin desteğinle okul hayatına adım attım. Senin yönlendirmelerinle doğru adımlar attım. Seninle geceleri yaptığımız istişare ve danışmalar benim ufkumu açtı. Her akşam radyonun kapısından çıkmadan önce tebessüm ederek ve el sallayarak 'good evening' diyerek gönlüme sürûr veren sendin. Ne anlatmalı daha, ne? Ne dünya vardı gözünde, ne ona dair bir alâmet. Ve sen yokken varsın şimdi. Aynen devam Vehbi ağabey, dediğin gibi!..
Rahmetli Vehbi Arvas abimizi rahmetle anıyoruz. O'na bir fâtiha okuyalım. Dua edelim. Hatırlayan hatırlanır çünkü...
Ve biz o'nu sevdik, seviyoruz. O da bizleri sevdi. Beraberiz be Vehbi abi yine. İnşallah sevdiklerimizle ve seninle olacağız o kutlu gün... 

Not: Vehbi Arvas abimizin vefâtının ardından adına hazırlanan www.vehbiarvas.com sitesinden kendisine dair bilgilere ulaşabilirsiniz... 

19 Mart 2013 Salı

Bir bardak çay ve aile denklemi...


"Çay içelim, çay içelim,
Nefsi hevâdan geçelim..."

***

Öyle değil midir; hangimiz bir bardak çaya hayır diyebiliriz ki? Hangimiz yemeklerden sonra bilmem kaç yüz defa "bi' de çay getiren olsa cilâsı olacak midemizin" dememişizdir? Buram buram gelen bir çaydanlıkta, hele hele bir semâverde gelen çayı peşi sıra ince belli bardaklarda kim bilir kaç bin defa  yudumladık... Çay ile ilgili pek çok şiir, deyim ve güzel söz var. Çay denilince akla mutlak muhabbet gelir. Muhabbet denilince de genellikle şu söz yankılanır kulaklarda; "Gönül ne çay ister ne çayhâne. Gönül sohbet ister, çay bahane..." Doğdurur. En güzel bahanelerdendir çay. Ve mutlak herkes hayatında bir kez de olsa içmiştir bu güzel içeceği. Unutulmamalıdır ki, fazlası zarar, azı da karardır.

Aslında benim değinmek istediğim mesele çay ile ilgili bir aile denkleminin kurulabilecek olmasıdır. Kurulmuştur da. Aslında hayatımızdaki eşyanın bize denk düşen o kadar çok halleri var ki hayata dair çıkarımlar yapıp nasihat bile alabiliriz nasibimiz varsa... Ben de böylesi güzel bir denklemi "bi' bardak çayda" sizlere aktarmak istiyorum. İçenlere afiyet olsun...

***

Çayın alt demliği; kaynanadır, mütemadiyen kaynar durur. Hatta dikkat edilmezse taşabilir. 

Üst demlik; gelindir. Alt demlik kaynadıkça onun harareti artar. Ama aynı zamanda olgunlaşır. Ve çay demlenir.

Bardak; gelinin kocasıdır. Her iki çaydanlıktan da yeterince nasibini alır. Biraz kaynana doldurur biraz da gelin. Bu sebeple denge unsuru çok mühimdir. Açık ya da demli çayın hoşa gitmemesi bundandır.

Çayın şekeri ise; çocuklardır. Tat verir. Çok şeker çayın lezzetini bozar. Şekersiz çaya alışanlar için ise bir tanesi bile fazla gelir

Çay kaşığı; görümcedir. Arada bir gelir, karıştırır gider. Ama dengeli bir şekilde bardağın içindeki vazifesini bitirip kenara konulunca bardağı taşırmaz. 

Kayınpedere gelince; o da çay tabağıdır. Çayın demine, suyuna hiç karışmaz. Bir kenarda yok gibi oturur. Sadece dökülenleri toplar ve çevreye zarar vermesini engeller. Fakat ara sıra boşaltmak gerekir o çay tabağını. Yoksa taşıp her şeyi berbat edebilir.

Çay süzgeci; ailenin sahip olduğu değerlerdir. Aileyi dış müdahalelerden korur. Delikleri büyük olursa cayın tadı kaçar.

Suyu ısıtan ateş ise; hoşgörüdür o olmadan hoşgörüde olmaz...

7 Ocak 2013 Pazartesi

Ölüm... Düğün... Ebediyet...


- Hasan, seni bekliyordum.

+ Beni mi bekliyordun?

- İntikâlime şahit olman için.

+ Neden ben? Ben ölümden çok korkarım

- Muhakkak... Eğer bebeğe zifiri karanlıkta anne karnında şöyle denseydi: “Dışarıda ışığın dünyası var... Yüksek dağları... Muntazam denizleri... Engebeli düzlükleri... Çiçek açan muhteşem bahçeleri... Nehirleri... Yıldızlarla dolu seması... Ve parlayan güneşiyle... Ve sen tüm bu ihtişâma rağmen, burada karanlıklar arasındasın…”
Doğmamış sabî, bu ihtişam hakkında hiç birşey bilmez ve hiç birine inanmazdı. Tıpkı bizim ölümle karşılaşmamız gibi. Bunun içindir ki, korkuyoruz.

+ Fakat ölümün içinde nur, ışık olamaz. Çünkü o, her şeyin sonudur.

- Bidâyeti olmayan şeyin, nihâyeti nasıl olur? Hasan, evladım, düğün gecemde mahzun durma.

+ Düğün gecen mi?

- Evet, ebediyet ile nikâh gecem. Vakit geldi... Şimdi beni yalnız bırak. Sonra vücudumu kumla örtmek için dön…


(Bab'Aziz filminden alıntıdır)